yazar olarak tiyatro sanatına nasıl bakıyorsun Fahri Abi? Canlı edebiyat. Edebiyatın yaşanır kılınması. Sahnede canlı olması. İlginç bir şey bu; Mazlum Kiper ağabeyiniz, sahnede Kanuni Sultan Süleyman’ı canlandırıyor. Sahnede Mazlum Kiper değil o artık sizin için. Siz de siz değilsiniz artık; koltuğunuzda edilgen olarak Kanuni’ye şahitlik ediyorsunuz. Biliyorsunuz, o Kanuni değil, Mazlum. Bir aktör o. Birçok kişiyi canlandırmış sahnede. Az sonra oyun bitecek, kostümlerini çıkaracak, sizin mahallenizdeki Mazlum ağabeyiniz olacak yine. Az önce ‘Bilirim, barışı yönetmek savaşı yönetmekten zordur. O nedenle iki savaşın arasını pek açmam’ diyen yöneticilik cümlesini duyduğunuz o bilgece ses, az sonra, ‘naber lan Ali, nasıl gidiyor?’ diyen sıcak sevimli ağır ağbi repliğine dönüşecek, her zamanki. İşte böyle. Ben tiyatroyu çok seviyorum. O nedenle Lüküs Hayat’ı on yedi, Hürrem’i on iki, Sen Hiç Ateşböceği Gördün mü’yü dört kez izledim. Hem de bir oyunu bir haftada üç kez izlemek kaydıyla. Müptelasıyım tiyatronun kısacası. Belki de edebiyatın sahnede capcanlı, sımsıcak, olması olumlu etkiliyor beni, sinemaya oranla.

2.Tiyatroyla, oyunla ilk tanışman nasıl oldu? 1970 senesiydi kışıydı. Şubat sonları böyle yine. On bir yaşımın içinde, ilkokul dördüncü sınıf öğrencisiydim. Sakarya ili Kaynarca ilçesi Okçular Köyü ilkokulu. Birleştirilmiş sınıflar. Tek öğretmen, değişik sınıflardan yirmi altı köy çocuğu. Öğretmenimiz Seyfettin Ayçiçek (Allah uzun ve sağlıklı ömür versin) ‘Çocuklar; hep birlikte bir piyes sahneleyeceğiz’ dedi bir gün. Piyesteki rolleri dağıttı. Bana da en zor, en çok konuşmalı, zengin bir adam rolü düştü. Rıdvan Özkan’ın ‘simiiiit, elinizi yakmazsa para yok’ tiradını hâlâ hatırlarım. Sanıyorum sekiz dokuz arkadaş rol almıştık. Kostümler dekorlar… Konuşmalarımızı ezberledik, günlerce çalıştık, provalar yaptık. Nihayet Nisan ayında oyun günü geldi. Seyfettin Hoca’mız köy okulumuzun tek sınıfını tiyatro sahnesine çevirdi. Sıraları birleştirerek sahne yaptı. Böyle, yerden seksen doksan santim yüksekliğinde bir sahne. Oyun kıyafetlerimizi giydik. Ben zengin bir işadamı kılığındaydım. Sevemedim ama zenginliği. Ta o zamandan sevmem yani. Annelerimiz babalarımız ve oyunda yer almayan on beş kadar öğrenci arkadaşımız da seyirci. Sanıyorum kırk beş dakikalık bir piyesti. Sahneledik oyunumuzu. Alkışlarımızı aldık. Tabii ki başrol bende olduğundan en çok alkışı ben aldım. (Ben değil rolüm aldı.) İyilik, merhamet temalı bir oyundu. Kibrin zararını anlatıyordu. Adını hatırlamıyorum elli sene sonra tabii ki. Köyde günlerce konuşuldu oyun. Televizyonun olmadığı o günlerde, Seyfettin Ayçiçek öğretmenimizin bir köy okulunda, ilkel şartlarda ve çok ama çok amatörce de olsa bizi tiyatroyla tanıştırması ne büyük bir başarı, takdire değer girişim. Ellerinden ve girişiminden öpüyorum öğretmenimin. O günden itibaren tiyatroyu çok seviyorum ben. Müsebbibi de Seyfettin Öğretmenimdir.

3. Peki profesyonel anlamda seyrettiğin ilk tiyatro oyunu hangisiydi abi? 1984 kışı. Sakarya Gazetesi’nde spor muhabiriyim ama edebiyata düşkünlüğüm bilindiğinden arada beni kültür sanat haberlerine de gönderiyorlar. Çark Caddesinde Kundakçıoğlu Pasajındaki Samanyolu Düğün Salonunda, cep sineması tarzında, 125 kişilik bir tiyatro sahnesi vardı o zamanlar: Sakarya Sanat Tiyatrosu. Salim Atar’ın yazıp yönettiği oyunlar sahneleniyordu o zamanlar. ‘Şaban Yine Şaban’ adlı bir oyunu seyredip haberleştirmiştim. Arşivime baktım, 11 Şubat 1984. Artık ne kadar profesyonel bir oyundu, bilemem. Beğenmiş, mutlu olmuştum ama.

4. 1970’li - 1980’li yıllarca Adapazarı’na tiyatrolar gelmiyorlar mıydı? 1960’lı yıllarda ve 1970’lerin ilk yarısında, Organizatör Hamdi adıyla bilinen Hamdi Özarutan, bugünkü Kapalıçarşı’da bulunan Melek Sinemasını bin kişilik bir tiyatro sahnesine dönüştürüp her Pazartesi, (niye Pazartesi, İstanbul ve Ankara’daki özel tiyatrolar Çarşamba-Pazar beş gün oyunlarını kendi sahnelerinde sahneliyorlar, Pazartesi de turneye çıkıyorlar) matine suare hem de İstanbul ve Ankara’nın bütün özel topluluklarını getirip Adapazarlılara seyrettirmiş. Ben o zamanlar Kaynarca’da köydeydim. Haberim olmadı. 1974 Eylülünde liseyi yatılı kazanıp Adapazarı’na geldim ben. Artık siyasi gerilimin anarşinin zirve yaptığı yıllardı. Rahmetli Selahaddin Şimşek ve arkadaşları, İslamcı oyunlar oynayan ‘Beyaz Leke Tiyatrosu’nu kurmuş, Melek Sinemasında ‘Çürük Elma’, Siyah Pelerinli Adam’, Muhtar Kafası’ adlı oyunları sahnelemişler ama ben yoktum daha o yıllarda. 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi her şey gibi tiyatroyu da bitirmişti. 1980 - 1983 arası, yani sivil siyasi hayat başlayana kadar tiyatro da yoktu şehirlerde.

1985 sonrası Ulvi Alacakaptan’nın bir nevi skeç yahut orta oyununu hatırlatan oyunları gelirdi Adapazarı’na, Yıldız Sineması’na. Selahaddin Abi ile Alaattin Kalay organize ederlerdi, iyi hatırlıyorum. Onlara giderdik. İbrahim Sadri’nin de içinde olduğu bir tiyatro topluluğu vardı ona giderdik. Rahmetli Hasan Naili Canat abinin bir tiyatro grubu vardı, onların oyunları gelirdi, onlara giderdik. Bunlar İslâmî hassasiyetli oyunlardı. Bugünkü tecrübemle, ‘onlar tiyatro muydu?’ diye bana bir soru sorsanız, ‘evet, tiyatrodur’ diyemeyeceğim. İtiraf ediyorum. Skeçlerden oluşan piyeslerdi belki. İyi niyetli ama oldukça amatörce, siyasi içerikli mesajlar vermeye çalışan tiyatrolardı.

5. 1980 sonrası tiyatronun canlanması ve halka yayılması pek kolay olmamıştır. Üstelik tek kanallı bir televizyon, sadece TRT var? Tam da öyle Kadirciğim. Tek kanallı televizyon. TRT. Askerlerin borazanı o da. Fakat o yıllarda ilginç, beklenmeyen bir şey oldu: Video yaygınlaştı. 1987’de on iki taksitle ben de almıştım. Evdeki televizyona bağlıyorduk. Hiç unutmam, video playırlar (oynatıcılar), Beta ve VHS diye iki sistemliydiler. Video film kiralayan dükkânlar türemişti o yıllarda. Hemen her akşam film kiralayıp öyle geliyorduk eve. Akşamı iki-üç lira filan. Bugünkü karşılığı on lira olsun. ‘Bu filmlerle, video göstericilerle tiyatronun ilgisi nedir Fahri abi?’ diyebilirsin. Var, çok var. O filmlerle beraber tiyatrolar da yaygınlaştı. En azından bizim evde öyleydi. En çok de Metin (Akpınar) ile Zeki’nin (Alasya) tiyatroları, sahnede kamera ile çekilip filme dönüştürülmüştü. Devekuşu Kabare’nin. Film kaseti kiralar gibi tiyatro oyunu kaseti kiralıyor, akşam yemekten sonra ailece evde seyrediyor, sabah işe giderken yanımızda götürüyor, iş çıkışı onu verip yeni bir kaset kiralıyorduk. İşleyen sistem buydu o zamanlar. Zeki ile Metin’den o zamanlar, Deliler, Beyoğlu Beyoğlu, Aşk Olsun, Yasaklar adlı oyunlarını tekrar tekrar seyrederdik. Zaten her bir oyun en az iki, bazen üç kaset olur; üç akşam kaset kiralar seyrederdik. Doğrusunu söylemek gerekirse, bütün bir Anadolu, biraz da tiyatroyu böyle tanıdık böyle sevdik böyle geliştirdik.

6. Bir Demet Tiyatro’yu da bu bağlamda mı düşünmeliyiz? Evet evet. Yılmaz Erdoğan’ın senaryosunu yazdığı, Demet Akbağ (Lütfiye Abla) ile Yılmaz Erdoğan’ın (Mükremin Çıtır) en önemli rollerini üstlendiği, birçok sanatçının da rol aldığı, bir nevi dizi film gibi, dizi tiyatro olan Bir Demet Tiyatro, 1990’larda her hafta ekrana gelmişti. Ve Türkiye’de tiyatronun sevdirilmesine çok katkı yapmıştı. Kasette tiyatro izlediğimiz 80’lerin, 90’lı yıllardaki hâli buydu. Devamında da sitcom diziler geldi işte. 1990’larda İstanbul Beşiktaş BKM’de onların ‘Sen Hiç Ateşböceği Gördün mü?’ ve ‘Bana Bir Şeyhler Oluyor’ adlı oyunlarını üçer beşer defa seyrettim.

7. İstanbul Şehir Tiyatroları’yla yakınlığını biliyoruz. Bu ilişkin nasıl başladı Fahri abi? Daha Büyükşehir değiliz. 2000 yılı 6 Martında olacağız onu. Aziz Duran merhum Adapazarı Belediyesi Başkanı. 1996 yazında bana Kültür Müdürlüğü’nü kurma talimatı verdi ve ekledi: ‘İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür İşleri Dairesi Başkanı Şenol Demiröz, benim Adapazarı Lisesi’nden sınıf arkadaşımdır. Selamımla git, o sana yol gösterecektir.’ Gittim Şenol Bey’i buldum. Şehzadebaşı’ndaydı o vakit Büyükşehir binası. Tayyip Erdoğan da İstanbul Büyükşehir Belediyesi Başkanı daha o zaman. Şenol Bey’le tanıştık. Ölene kadar devam edecek yirmi beş yıllık şahane dostluğumuz o gün başladı Şenol Abiyle. Abi-kardeş olduk. Hatta Kültür alanında ilk ve en büyük hocam odur diyebilirim. Öğütleri bugün gibi aklımdadır. O hemen, Harbiye’deki Şehir Tiyatroları Müdürü Muharrem Ergül’e telefon etti, ‘Hemşerim Fahri Kardeşimi sana gönderiyorum. Sana benim emanetimdir, ne gerekiyorsa yaparsın’ dedi. Gittim, günlerden Çarşambaydı. Saat 13.30 suları. Tanıştık Muharrem Bey ile. Aynı koridorda genel sanat yönetmeninin odası var. Ona telefon etti. O da geldi: Kenan Işık. Malatyalı bir entelektüel. Kenan Işık abiyle de dostluğumuz o gün öyle başladı. Sahne direktörünü çağırdı. Adanalı Münir Kutluğ geldi. Aman Allah’ım o da ne? Münir Bey, Türkiye’deki bütün sahneleri avucunun içi gibi biliyor; derinliği şu, genişliği bu, sofitası üç yetmiş sekiz. Muharrem Bey, Kenan Bey ve Münir Bey’e dönerek, ‘Daire Başkanımız Şenol Bey aradı, ‘Fahri Tuna’yı size emanet ediyorum’ dedi. Biliyorsunuz şu anda Harbiye Muhsin Ertuğrul Sahnesi bir, Fatih Reşat Nuri Sahnesi iki, Kadıköy Haldun Taner Sahnesi üç, Üsküdar Musahipzade Sahnesi dört, Ümraniye Sahnesi beş. Şenol Bey, Adapazarı’nı altıncı sahnemiz saymanızı ve dekorların sığabileceği her oyunu Adapazarı’nda da sahnelemenizi istiyorum’ dedi. Ona göre hazırlanın arkadaşlar’ dedi. Onlar da ‘tamam’ dediler.

Muharrem Bey saatine baktı; 14.45 civarı. Birine telefon etti. Meğer hemen bitişiğindeymiş Muhsin Ertuğrul Sahnesi. ‘Fahri Bey’i gönderiyorum’ dedi. Bana döndü ‘hadi doğru oyuna’ dedi. Bu diyalog ondan sonra en az on kez daha sahnelendi. O gün ‘Lüküs Hayat’ varmış. Üç dakika sonra tiyatrodaydım. Bayıldım oyuna tabii. Hele Zihni Göktay’ın tuluatlarına. On altı kez daha izledim bu oyun daha sonra. Adapazarı’na da getirdim. Böylece; on bir yaşında köyde basit bir oyunla başlayan tiyatro tutkum, zamanla bir aşka, sevdaya dönüştü. İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatrolarının adeta kadrolu elemanına dönüştüm: Beyoğlu tarafında işim olduğunda arabamı müdürlüğün bahçesine park ediyordum. Bütün güvenlikçiler, şoförler, çaycılar beni tanır oldular. Sadece Muhsin Ertuğrul’un değil, Reşat Nuri’nin de, Haldun Taner’in de, Musahipzade’nin de. O sezonda ne kadar yeni oyun varsa hepsini izler oldum. Üzerinden yirmi beş sene geçse de hâlâ beni aileden sayarlar onlar, sağ olsunlar.

8. Sonra Şehir Tiyatrolarının birçok oyununu Adapazarı’na getirmiştiniz sanıyorum? Evet; hemşerimiz Şenol Demiröz’ün himmeti, İstanbul Şehir Tiyatroları Müdürü Muharrem Ergül, ondan sonra gelen müdür yakın dostum kardeşim - geçenlerde Rahmet-i Rahman’a uğurladığımız – Abdullah Kaplan’ın destekleriyle, dekorlarının ASM ve AKM’ye sığdığı birçok oyunu Adapazarlılarla buluşturduk Büyükşehir Belediyesi olarak. En az on beş farklı oyun. Yarısı da çocuk oyunudur.

9. Hatırladığım AKM’nin açılışını da Lüküs Hayat oyunu ile yapmıştınız? Başkan Aziz Duran döneminde Sakarya Büyükşehir Belediyesi AKM’yi inşa etmiş, 350 seyircili bir de tiyatro salonu yapmıştı. Ben de Kültür İşleri Dairesi Başkanıydım. Aziz Başkan, benim İstanbul Şehir Tiyatrolarıyla yakınlığımı bildiği için benden açılışa efsane, çok popüler bir oyun getirmemi istedi. Çok yakın arkadaşım Abdullah Kaplan da İst. Şehir Tiyatroları Müdürüydü o sırada. Rica ettim. Ekip geldi, salonumuzu inceledi. Rapor: ‘Dekorlar sığmıyor, oynanamaz.’ O kadar ısrar ettim ki, Abdullah’ın da desteğiyle, dekorunun yarısının getirilmemesi kaydıyla Adapazarı’nda oyuna karar verildi. 15 Ocak 2007 tarihinde Adapazarı AKM Tiyatro Sahnesi, Türk tiyatrosunun efsane oyunu ‘Lüküs Hayat’la izleyicilerine merhaba dedi. Tarihi bir gündü şehrimizde. Oyundaki tek tuluatçı Zihni Göktay da formundaydı o akşam; döktürdü resmen. Harika bir akşamdı gerçekten.

10. Emekli olduktan sonra da tiyatro ve tiyatrocularla ilişkilerin sürdü mü Fahri Abi? Aksine artarak devam etti. 2009 Temmuzunda emekli olmuştum, 49 yaşındaydım. Mardin Valisi Hasan Duruer, aynı zamanda Güneydoğu’nun sekiz ilinin ortağı olduğu GAP Kültür Birliği’nin de başkanıydı, birkaç ay sonra aldı beni Güneydoğu’ya götürdü. Danışmanı olarak. On altı aylık görevim süresince, Diyarbakır kökenli Abdullah Kaplan’ın da desteğiyle ‘Lüküs Hayat’ ve ‘İntiharın Genel Provası’ adlı oyunları, Mardin, Diyarbakır, Adıyaman, Antep ve Urfa’da da sahnelenmesini sağladık. Çok güzel günlerdi gerçekten. Ardından Hasan Duruer, Edirne Valisi olunca beni oraya da danışman aldı. Yirmi iki aylık sürede, akademilerde yazarlık okullarında ve Edirne Tiyatro Okulu’nda tiyatrocu dostlarımızı Edirneli gençlerle buluşturduk. Anlayacağın; tiyatrocularla ve tiyatro ile ilişkim hâlâ da sürüyor.

11. Adapazarı’nda yerel tiyatro ve tiyatrocularla ilişkilerin nasıl oldu abi? Hep iyi oldu. Sekiz sene (1996-2004) belediye kültür müdürlüğüm, beş sene de (2004-2009) Büyükşehir Kültür İşleri Dairesi Başkanlığım süresince yerel tiyatro gruplarını hep destekledim. Görevim çerçevesinde yedi sene (2002-2008) Adapazarı Tiyatro Festivali düzenledim. Yerel yedi grup vardı: Osman Karpuz’un, Oktay Sarı’nın, Kamil Övünç’ün, Seçkin Bayramoğlu’nun, Emrah Kirişçi’nin ve Sapancalı Cemal Karaağaç’ın grupları. Yedi yıl boyunca her festivalde bu yerel grupları, ilçelere göndererek okullarda oyun sahnelemelerini sağladım. Zaman zaman oyunlarına ücretsiz olarak ASM ve AKM’nin tahsisini sağlamaya çalıştım daima.

12. Ünlü tiyatro sanatçımız Zihni Göktay’la yakın olduğunuzu duyuyoruz. Zihni Göktay nasıl bir karakter ve oyuncudur. Bir anıyla beraber anlatır mısın lütfen? Memnuniyetle. Çok severiz birbirimizi. 1996’da beri dostuz. Çeyrek aşırı geride bırakmış bir dostluk bizimkisi. Adapazarı, Mardin, Edirne, Adıyaman, Diyarbakır, Çankırı, Kocaeli görmüş bir dostluk bu. Nereye davet etsem, hiç tekellüfsüz gelmiştir Zihni Abi. Sık sık ararız birbirimizi. Dünya tatlısı bir ağabeyimizdir. Yaşayan efsane. Hâlâ belediye otobüsüne binerek tiyatro sahnesine gider gelir ve o esprileri oradan çıkarır, tuluatını oradan günceller. Çok anımız var. Bir kitap olur. Onun kişiliğini en güzel anlatan bir anı nakledeyim: 2005 yılı Haziranıydı. Yani tiyatrolar tatile girmişti. Mayıs ve Haziranda turneler olur sadece. Kadıköy’de bir işim vardı. Arabamı Haldun Taner Sahnesi avlusuna çektim. İhtiyaç gidermek için içeri girdim. Güvenlikçiler beni zaten tanıdıkları için aldılar. Lavaboyken Zihni Göktay’ın sesi uzaktan geliyor kulağıma. Sahnede adeta çıldırmış, gençlere bağırıyor: ‘Van, Hakkari, Diyarbakır da Misak-ı Milli sınırları içerisinde. Orada da Türk bayrağı dalgalanıyor. Ne demek oraya gitmem, film çekimim var. Her şey para mı, her şey şöhret mi? Solculuğu kimseye bırakmıyorsunuz ama Ankara’nın ötesine de gitmek istemiyorsunuz. Yazıklar olsun size. Doğu’daki Güneydoğu’da insanın tiyatro seyretme hakkı yok mu? Tiyatro sadece İstanbul, Ankara, İzmir, Bursa için mi var bu ülkede? Günde elli lira yevmiye verecekler diye niye küçümsüyorsunuz turneyi. Böyle sanatçılık olmaz. Türk tiyatrosu Batı’nın ileri karakolu değildir. Olmayacaktır. Ama siz böyle düşünürseniz bal gibi de olur. Gençliğinizden utanın, solculuğunuzdan utanın!’ Zihni abim budur işte. Yerli ve millidir.

Bir de 2001’de Taraklı’yı gezdirmiştim ona, Hüsnü Gürsel merhumla beraber; çok beğenmiş, bayılmıştı Taraklı’ya; bana dönüp ‘aman bizim İstanbul burayı görmesin, duymasın. Gelir yağmalar, bozar burayı’ demişti.

Bugün, altmış üç yıllık ömrünüz ve kırk yıllık yazarlık hayatınızın içinde dost olduğunuz tiyatrocuları sormak istesem, Zihni Göktay’ın dışında kimler var Fahri Abi? Birer cümle ile. Berat Yenilmez var. Seksenler’in Pastacı Sami Abisi. Vefalı can kardeş biridir. Süeda Çil, hem çok iyi bir oyuncu hem çok iyi bir dosttur. Bennu Yıldırımlar da Süeda Çil gibi, dört dörtlük bir sanatçıdır. Her ikisini nereye davet etsem, hiç düşünmeden gelip gençlere tiyatroyu anlatmışlardır. Mardin’in egzotik sokaklarını çok arşınlayıp çok insanla buluştuk onlarla. Gölge oyununun ve kuklanın büyük ustası Mehmet Tahir İkiler’le de çok iyiyizdir. Vefalıdır. Savaş Barutçu ve Bora Seçkin birinci sınıf aktörler oldukları gibi birinci sınıf dostumdurlar. Salih Kalyon, Abdullah Şahin (Nokta), Nejat Birecik, Ulvi Alacakaptan, Selçuk Yöntem, Hacı Ali Konuk (Bekçi Bekir) ile de hukukum iyidir. Zeki Alasya, Perihan Savaş, Levent Kırca ile de arkadaşlığım, anılarım vardır.

14. Fahri Abi; son olarak, ilginç bir tiyatro anısı dinlesek senden? O kadar çok ki. Hangisini anlatsam. ‘Hürrem’i bir haftada dört defa izleyince Rüstem Paşa rolünü oynayan Rıdvan Çelebi’nin kuliste bana ‘hangimizin rolüne göz koydun arkadaş’ demesinden söz etmeyeceğim. Lüküs Hayat’la AKM’nin açılış oyununda tuluat yapan Zihni Göktay’ın ‘Kültür Daire Başkanı Fahri Tuna kardeşim bugün bize ıslama köfte ve kabak tatlısı yedirdi. Harika gerçekten. Aman beğendiğimiz duyulmasın, fiyatı artar şimdi’ demesinden de.

Hadi en ilgincini anlatayım: 2003 yılı. 2.Tiyatro Festivali’miz devam ediyor. ASM’deyiz daha. İstanbul Şehir Tiyatrolarının ‘Kadın İle Memur’ oyununu getirmişim. 303 kişilik salon lebalep dolu. Oyunda iki kişi oynuyor: Naşit Özcan ve Ayşegül İşsever. Müthiş bir komedi ama gülen yok. Herkes nefessiz ve tepkisiz seyrediyor, nedense. Tam bir durum komedisi. Oyunun ortalarına doğru Naşit, oyunu durdurdu. Sahneden indi, ön sıranın karşısında durdu: ‘Arkadaşlar, oyun İtalya’da geçiyor; size ne oluyor? Bu bir komedi. Siz dram seyreder gibi seyrediyorsunuz; salonda tek kahkaha yok. Böyle komedi seyredilmez. Ben de oyunu bırakıp gidiyorum izninizle’ deyince bir alkış tufanı koptu ki… Ortalık alkıştan yıkıldı. Tekrar sahneye çıktı. Seyirciler rahatladı, bir alkış, bir kahkaha herkeste. Şehrimizde, gelmiş geçmiş en çok gülünen belki ilk on oyundan birine dönüştü ‘Kadın İle Memur.’