Fakir dünyamızın zenginliğiydi o.

Zenginliği güzelliği umudu.

Neşesiydi de. Nüktesi tebessümü hikmeti.

Tanışıklığımız kaç yıllıktı bilmem, bilemem. Otuz vardı en azından. Belki otuz beş. Nasıl tanıştı(rıldı)k, onu da bilemem. Aynı şehrin, aynı bulvarların, aynı yolun yolcularının tanışıklıkları mı olurmuş, laf işte benimkisi de. Kusuruma bakmayın.

Selahaddin Ağbi’yle birlikte hatırlıyorum onu ben en çok. 1986 Zafer Kitap Fuarı’ndan, Orhan Camii karşısından hatırlıyorum en eski. Fiziken tanış olsak da,  Hüseyin Ağbi’yi en çok Selahaddin Ağbi’nin (özdeyiş yazarı Ş. (Mehmed Selahaddin Şimşek) anlatımlarından tanımış olmalıyım.

Tatlı tatlı çekişmelerinden atışmalarından kavgalarından. Tadı doyumsuz anekdotlarından. Mahalle, İlkokuldan da arkadaşıydılar. İkisi de edebiyat okumuş, ikisi de tek bir gün –resmi- öğretmenlik yapmamış, ikisi de toplumun ülkesinin ümmetinin öğretmenliğine soyunmuşlardı.

Yolları Zafer’de kesişmişti. Daha doğrusu, Hüseyin Ağbi bir gün yolda karşılaştığı sınıf arkadaşını dergiye çay içmeye – kuru fasulye yemeğe d o labilir - götürmüş, giriş o giriş… sonra saatler günler aylar süren doyumsuz sohbetler, kapaklar, makaleler. (“Rahmetli Selahaddin ile muhabbetlerimizden aldığım notlar oldukça hacimli, nefis bir kitap olur, yayınlamak istiyorum onları da” demişti Hüseyin Ağbi, vefatından altı ay kadar önce bir görüşmemizde bana.)

Biri mesela: Doksanların başları olmalı zaman. Zafer Dergisi’ndeler. Dergi baskıdan yeni gelmiş. O sayıda Selahaddin Ağbi’nin makalesinde - belki de sehven – bir virgülün yeri değişmiş. Bunu fark eden Selahaddin Ağbi yine celallenmiş, köpürmüş, bir yandan Selim Gündüzalp’e bağırıyor, öte yandan Uzun Samsun’un birini söndürüp birini yakıyor: “Şekspir gelse benim yazıma dokunamaz, ben de Şekspir’in yazısına dokunamam. Sen ne hakla benim yazıma dokunmaya cüret edersin Hüseyin!”

Hüseyin Ağbi yani Selim Gündüzalp Ağbi, bu durumdan ziyadesiyle üzgündür, özür üstüne özür de dilemektedir. Dedik ya sehven olmuştur olan ama Selahaddin Ağbi’nin gözünde cinayet mesabesindedir.  Belki üstad, gelebilecek başka yanlışlıkların önünü kapatmak için böyle davranmaktadır.

Sigara dumanından bağırış çağırıştan öfkeden odada göz gözü görmemektedir. Zafer Camiasının hiç de alışkın olmadığı sahnelerdir bunlar. O sırada Zafer müdavimlerinden, Selahaddin Ağbi’nin de hayranı bir “kardeş” girer içeriye, büyük özdeyiş ustasını, elinde sigara, hop oturup hop kalktığını görünce şaşkınlık üzgünlük karışımı bir ses tonuyla soruveriyor:

“Aman Allah’ım. Selahaddin Bey, siz sigara da mı içiyorsunuz?”

Selahaddin Ağbi, dünya durdukça anlatılacak nefis cevabını –her zamanki hazır cevaplılığıyla -  yapıştırıverir hemen:

“Şükredin ki esrar içmiyorum! Bizim Hüseyin’in yaptığına bakılırsa, esrar bile içilse yeridir…”

Bunun gibi birbirinden güzel, birbirinden özel, birbirinden leziz, birinden ölümsüz belki yüzlerce hatıra, yaşanmışlık vardı aralarında. Laf aramızda, hissettiğim kadarıyla Hüseyin Ağbi çok sevdiği arkadaşını biraz da bilerek kızdırıp yeni özdeyiş ve anekdotlar biriktirme yanlısıydı sanki.

Doğrusu ben Selim Gündüzalp’i (aramızdaki adıyla Hüseyin Ağbi’yi) Selahaddin Ağbi ile birlikte tanıdım sevdim. Adapazarı’nın yetiştirdiği bu birbirinden güzel, birbirinden renkli, birbirinden değerli, birbirinden farklı iki arkadaşı, hep “birlikte” düşünürüm ben. Bunlara Bilge Hekim; Sadık Canlı’yı da ekler, ‘üçünü bir yerde” düşünür, bu benim yorgun ve yaşlı hafızam.

Üç güzel insan. Adapazarı’nı ülkemizi dünyamızı güzelleştiren üç güzel adamdı onlar. Güzelleştiren arıtan temizleyen. Çoğaltan büyüten durulayan. Aynı zamanda üç iyi dosttu onlar. Üçünü bir yazmalıyım bir gün inşallah.

Evet; Hüseyin Ağbi, 1994’te rahmeti rahmana uğurladığımız Selahaddin Ağbi’den bir emanetti benim gözümde çoğu kez. (Bazı dostlar onların arasındaki görüş ayrılıklarını hatırlatabilirler, biliyorum o ayrılıkları; onlar mizaç ve üslup farklıklarıydı. Öze, esasa yönelik ayrılıklar değildi bana.) Ve galiba ben de ona öyleydim biraz. Hemen her görüşünde “rahmetli Selahaddin ile bir gün de şu konuda kapışmıştık, rahmetliyi iyi kızdırmıştım” diye söze başlaması belki de bundandı biraz da.

Müthiş bir hafızaya sahipti Hüseyin Ağbi. Yüzlerce binlerce söz anekdot naklediyordu şaşırmadan tereddüt etmeden yanılmadan. Farklı zamanlarda farklı aylarda farklı yıllarda da olsa dinledikleriniz, hep aynı kelime ve cümlelerden ibaretti. Keskin bir zeka ve güçlü bir hafızaya sahipti.

Medeniyetimizin üç güzel hasletini iliklerine kadar giyinmişti ruhuna, şahidiz: Kalbi selim, aklı selim ve zevki selim sahibi bir zarif adamdı o.

Selimliği sahiciydi yani. Tam isabetti.

Yüreği sevgi doluydu. Merhamet doluydu. İyilik doluydu.

Sanki kıyamet kopmak üzereymiş de son kez kalplere “iyilik ağaçları” dikmeye çalışıyordu son bir gayretle. İyilik merhamet iman filizleri.

Çocuğu yoktu ama sanki bütün çocuklar onundu; öyle görüyor öyle hissediyor öyle davranıyordu. Çocuklaşıyordu onlarla bazen. Ne şirin sahnelermiş onlar meğerse, daha şimdiden özlediğimiz. Akademilerime hep katılmıştı. GAP, Mardin, Edirne, Çankırı, Dilovası. Liseli gençlerdi çoğu kez ders verdiklerimiz. Hiç unutmam; Mardin’de o kadar sevmişti ki gençler onu, bırakmak istemiyorlardı bir türlü. O da coştukça coşuyor, kırıp geçiriyordu ortalığı. Bir ara bir kızın saçlarından bir tutam alıp bıyık yaptı kendisine, bir tek kıl olmayan yüzünde hem de Osmanlı bıyığı gibi burarak fotoğraf çektirmişti. Enver Paşa bıyığını andırıyordu sanki. Arşivlerden bulurum bir gün inşallah.

Her biriyle ayrı ayrı, üşenmeden bıkmadan yorulmadan ilgileniyordu. Sonra da telefonlarına cevap veriyordu, sorularına dertlerine isteklerine yetişmeye çalışıyordu, biliyorum. İl il, ilçe ilçe kasaba kasaba.

TRT’nin müdavimlerindendi son yıllarında. Bekir Develi ile güzel sıcak samimi bir ikili oluşturmuşlardı. Develi kardeşimiz madeni bulmuştu, irfan ocağından madenler devşirip Türkçe üzerinden dünyaya yağmalatıyordu Selim Gündüzalp diliyle.

Son beş on yılında ulusal bir şöhretti artık. O da farkındaydı bunun ama hiç farkında değilmişçesine daha bir hasbi, daha bir mütevazı, daha bir içten olmuştu. Daha bir uzviyetteydi sanki. 

En yıldız tilmizi/ öğrencisi Cihat Zafer, hayatını enfes bir kitaba dönüştürebilir onun, belki filme. İnanıyorum. Diğer yıldız tilmizi Ali Suad’a da büyük iş düşüyor bu konuda.

Kırk yılını Zafer’e adamıştı; hasretmişti, vakfetmişti adeta. Yetim kaldı Zafer şimdi, biliyorum.

Kırk yıl Zafer şarkıları söyledi Selim Gündüzalp bizlere. Hep umut hep ümir hep iyilik. Ve hep iman şarkıları, iman besteleri terennüm eyledi.

Kendisi de besteledi bir bir. Kitapları birer iman besteleri kabul edilmelidir onun.

O bir sevgi, o bir iman, o bir fedakârlık abidesiydi zira.

Almayı değil vermeyi, dağıtmayı, çoğaltmayı seviyordu o.

Lisede edebiyattan ikmale kalmış bir yazardı, evet.  Kolay yazan biri değildi, evet. Bir yazısını yayınlayana kadar beş kere tashih eder değiştirir geliştirirdi, evet. Deneme gibi düşünür deneme gibi konuşur deneme gibi yazardı, evet.

Zira bir ömür risale okuyan okutan anlatan adamdı o.

Son yıllarında Yunus’la yakın akraba olmuştu adeta.

Yunus Emre’ce yaşayan Sait’ti sanki.

Bir Tagor’du bir Şekspir. Bir Balzac’dı bir Russel. Bir Bacon’du bir Şeyh Sadi. Kâh İkbal’di kâh Aristo. Gökteki yıldızları getirirdi her sohbetinde ayağınıza.

Konu ne olursa olsun, o akşamın o sohbetin o mevzunun finalinde iki ismi mutlaka telaffuz eder, son sözü hep onlara bırakır, hep onlarca bitirirdi: ‘Aleyhüsselatü ves’selam’ ve ‘Üstad.’

Eskilerin  ‘dersiam’ diye bir mesleği vardı, biliyorsunuz. Bugünün ‘profesör’üne karşılık. Hüseyin Ağbi son yıllarında adeta dersiam’ımızdı bizim; her konuda onlarca anekdot yüzlerce söz biliyor, tane tane, sıkmadan anlatıyor, saatlerce doymadan dinletiyordu kendisini.

Hikmet medeniyetinin müşahhas/müheykel temsilcisiydi sanki.

Adeta yaşayan Hikmet Ansiklopedisi’ydi.

Selim Gündüzalp.

Evet; o bir Hikmet Ansiklopedisi’ydi.

Diğer ansiklopedilerden farkıysa,

O yaşayan hikmet ansiklopedisiydi.

Yaşayan ve yaşatan.