Soma’da 300’ü aşkın madencinin ölümü, şehrimizin tanınmış işadamlarından rahmetli Sait Tanış’ın torunu, Şadi Tanış’ın yeğeni Fatih Tanış’a 17 Ağustos 1999 depreminde enkaz altından kurtarılış öyküsünü hatırlatmış...
Onu kaleme almış, duygusal bir üslupla...
Aslında bugün Sedat Akçakoyunluoğlu’nun “Yüz Yıllık Mahkumiyet” adlı yazısını Pazar Filesi’nde değerlendireceğimiz belirtmiştik dün...
Ama istedik ki, yüzlercesi Soma’da toprağa verilen bir madencinin, bir can kurtarma konusundaki canhıraş mücadelesini gündeme taşıyalım, sıcağı sıcağına...
Genç İşadamı Fatih Tanış’ı yedi katlı binanın enkazından, açtığı küçük bir tünelden çıkarıp kurtaran Zonguldaklı Madenci Mehmet’in olağanüstü fedakarlığını anlatan yazısını paylaşalım istedik sizlerle...
“MADENCİ MEHMET ABİ 
1999 yılı ağustosun 16’ncı gecesi saat 2 civarı idi. Evimize geleli henüz 10 dakika olmuştu. 6 katlı binanın en alt katında, hatta altında bir de garaj bulunan bir apartman dairesiydi evimiz. Aynı apartmanda oturan Şevket ile birlikte gelmiştik eve... O kendi dairesine, ben kendi daireme geçtik.
Adapazarı Belediyesi o dönem 5 kata izin vermekte ama ne hikmetse bizim sitedeki 8 bina da neredeyse 7 katlı idi.
Gece yarısı 2.00 civarı yatağıma uzandım. Başucuma yatarken bir bardak suyumu, sigaramı, çakmağımı ve cep telefonumu aldım, uyumaya koyuldum.
Ne kadar zaman geçti bilmiyorum, birden çok ilginç bir gürültü ile yataktan düştüğümü ve üzerime birtakım malzemelerin çullandığını fark ettim; ayaklarımın acıdığını hissettim ama ne olduğunu anlamam mümkün değildi, çünkü sırt üstü yatar vaziyetteydim ve kımıldayamıyordum. Gözüm açık iken de kapalı iken de zifiri bir karanlık hakimdi ortama. Anlam veremediğim gerçek dışı bir olay olduğunu sezdim. Nefes almam ciddi anlamda zorlaşmıştı, hatta her çektiğim nefeste toz parçacıkları nefes borumu kupkuru yapıyordu.
O an insan aklı yetmiyor durumu değerlendirmeye. Bir sürü kurgu geliyor aklıma... En mantıklı gelen kurgu, benim yatakta ölü bulunup defnedildiğim ama daha sonradan bir şeklide mezarda canlandığımdı. Yumuşak bir zeminde sırt üstü yatıyor, pozisyonumu ayaklarım ve belim dönmediği için değiştiremiyordum. Aklıma mezardan başka bir açıklama gelmiyordu.
İnsan beyni öyle ilginç ki, aklı kaybetmemek için, anlayamadığı durumu bir şekilde mantığa uydurarak anlamlı hale getiriyor. Hani bazı testler vardır: göz yanılması mı diyeyim, beyin oyunu mu diyeyim, aslında cisim mavi ama o cisim limon olduğu için biz onu sarı görebiliyoruz. Sanırım buna benzer bir algıyla beynim durumu mezar olarak algılayarak beklemem gerektiğini biliyordu sanki. 
Devamlı yarı uyur halde olduğumu fark ettim. Oksijensiz olmaktan mı yoksa bedenim bir adrenalin ya da uyuşma hali patlaması mı yaşıyordu bilemiyorum ama ya uyuyordum ya da hep bir baygınlık hali mevcuttu.
Belli bir zaman sonra, zaman algım olmadığı için tam bilmiyorum, hiç bir şey yapmadan beklemek anlamsız geldi. Ellerim belimin sağında ve solunda yaklaşık bir on santim yeri tarayabiliyordu. İlk olarak elime su bardağım geldi. Bardağı elime aldım, hafif salladım, su sesi geldi. İnanılmaz susamama rağmen dik vaziyette hemen bıraktım. “Olur da dayanamazsam çok zorlandığımda içinde su olduğuna inandığım bardağı içerim” dedim. 
Ellerimi zeminde biraz daha gezdirdiğimde çakmağım geldi elime. Çok sevindim, “ışık yapabilirim, etrafımı görebilirim” dedim. Ve çakmağı çaktım, yanmadı, tekrar çaktım yanmadı. Ellerim belimin ön tarafına uzanabiliyordu ama başımı kaldıramıyordum, sanki alnımda mezar tahtaları vardı. Başımı yan çevirerek çakmağı tekrar çaktım, “hiç değilse çakmak taşının ışığı ile bir şey görürüm belki” diyerek baktım, mezarda değilim. Göçük benzeri bir yerdeyim.
Bu nasıl olabilir? Ben nasıl bu yere gelmiş olabilirim? Televizyonda seyrediyoruz her türlü şeyi, “acaba savaş mı çıktı?” dedim; öyle olsa patlama olurdu. Öyle değilse ne olmuş olabilirdi?
Buradan kurtulmak için bir şey yapmalıydım... Ellerimle aramaya devam ettim bir tornavida geldi elime, bu çok anlamlıydı. “Eğer olur da burada öleceksem, bu benim acılarımı azaltabilir” diyerek sakladım onu. Aramaya devam ettim ama başka bir şey bulamadım.
Sonra “ben buradan nasıl kurtulurum?” diye düşünmeye başladım. Çok uzaklardan bir ses geliyordu, asfalt kıran delgi sesi sanki. “Sanırım” dedim “ben bir yerde mahsurum ve benim burada olduğumu biliyor, kurtarmaya geliyorlar”. Onlara burada olduğumu bir şekilde haber vermeliydim. Çakmağı aldım elime, hemen elimin yanında soğukluğundan anladığım bir demir duruyordu, ona belli bir tempo ile vurmaya başladım. Bağırmak istiyordum ama sesim çıkmıyordu. O andan itibaren çakmakla vurmaya devam ettim. Ama o ses ne yaklaşıyor ne uzaklaşıyordu. Zaman zaman aklımı kaybetme derecesine geldim, halüsinasyonlar görüyor, birileriyle konuşuyordum. Ama hiçbirini daha sonradan ne hatırladım, ne de ne olduklarına anlam verebildim. Çok bekledim ama ne ses yaklaştı ne de ben daha iyiye gidiyordum. Belden aşağım uyuşmuş, ne acıyor ne de sıkıntı veriyordu artık. Yaşadığım sanrılar sebebi ile sanırım birkaç dakikada bir sanki ayağıma iğne batırılıyormuş gibi tepkiler verdiğimi fark ettim. Bu oradan çıkana kadar istem dışı devam etti. Bazen bir halüsinasyon sebep oldu bu tepkiye, bazen de başka bir şey; ama o neyse yapmaktan kendimi vazgeçiremiyordum. 
Bu şekilde çok zaman geçti.
ÇAKMAĞIN SIRRI
O mezardan daha dar yerde yapmadığım şey kalmadı.  İlk aklıma gelen inancım gereği Allah’a yalvarmak oldu. Ellerimin uzandığı yerlerime dokunarak teyemmüm abdesti alıp namaz kıldım göz hareketleriyle. Uyanıkken çakmakla vurmaktan başka en çok yaptığım bu oldu. Saatler geçti. Ama hiç bir şey değişmiyordu. Ne o ses yaklaşıyordu, ne de başka bir şey. Sonra fark ettim ki alnıma değen, tadı betona benzeyen soğuk bir şey artık kafamı ezmeye başlıyor. Başımı sol omuzuma koyup o şekilde beklemeye başladım. 
Artık ne beynim ne de vücudum buna dayanamıyordu. Sonra aklıma gece evde annem ve kardeşimin olduğu geldi. Acaba onlar ne yapıyordu? Daha bir sene geçmemişti babamı kaybetmemizin üzerinden. “Annem ne çok üzülmüştür” dedim. “Kız kardeşim ufacık yaşında hem babasını hem abisini kaybetmeyi atlatabilecek miydi acaba?” dedim. Bu düşüncelerle kendimi oyalamaya çalıştım.
Sonra bir ara düzensiz aralıklarla bir ses geldiğini duymaya başladım. O ses her vuruşunda daha yaklaştı. Ama o kadar yavaş ilerliyordu ki saatler geçiyordu daha yakına gelmesi. Elimdeki çakmağı daha bir dikkatli vurmaya başladım. Sağ avucumun acıdığını fark ettim ama çakmağı sol elime veremiyordum. Bu şekilde ses çıkarmaya devam ettim. Çıkan çok az bir sesti ama tiz bir sesti. Hani köpek düdükleri vardır, insan duymaz ama köpekler çok uzaktan duyar, o geldi aklıma; “hiç değilse bir ses çıkarıyorum” diyerek oyaladım kendimi. 
Artık dayanamıyordum, hem dayanılmaz şekilde susamıştım, hem de inanılmaz bir idrar birikmesi olduğunu fark ettim karnımda. O an aklıma o bardak geldi; aradım buldum koyduğum yerde. Nasıl içecektim? Çok uğraştım, olmadı. “En azından elimi ıslatayım, onu ağzıma ulaştırmayı denerim” dedim. Elimi bardağın içine soktuğumda boş olduğunu fark ettim ve yıkıldım. Artık gücüm kalmamıştı daha fazla sabretmeye. Bardağı salladım su sesi geliyor ama boş. Sonra anladım ki bardağın iki cidarının arasında bir sıvı var. Kırdım bardağı vurarak, o sıvıyı elime sürüp ağzıma ulaştırdım bir şekilde; kalın bir sıvıydı, yağ gibi. “Ne olursa olsuna artık” dedim onu ağzıma sürdüm bir iki defa; o da tükendi zaten hemen. Ama susuzluğumu hiç geçirmiyordu.
KURTARICIM BİR MADENCİYDİ
Artık takatim yoktu, hele sabrım hiç kalmamıştı. Tekrar başladım Allah’la konuşmaya; aklıma ne geliyorsa anlatıyorum, ama hiçbirinin anlamı yok.  Bu arada nefes alıyordum ama neden olduğunu bilmediğim şekilde aldığım hava yetmiyordu. Zaten çakmağın yanmamasından anladım daha sonra; oksijen yetmiyordu.
Zaman geçmeye devam ediyor, sabrım gitgide azalıyordu ki o çekiç sesi birden çok yakından gelmeye başladı ve o ses duyuldu “Fatih” dedi, bir erkek sesiydi.  Konuşamıyordum “efendim” diyemedim. Ancak fısıldıyordum, o da duyulmuyordu. Anladım ki birileri beni arıyordu. Sevinmeli miyim, üzülmeli miyim? Anlamsız bir karmaşa içindeydim. Vücudumu artık hissetmiyordum, uyuşmuştu her yerim. Beni çıkarsalar bile hayatıma nasıl devam edeceğimi bilmiyordum. Sonra bir şey oldu, bir anda bir hava kütlesi bulunduğum ortama hücum etti ve arkasından küçücük olduğunu zar zor gördüğüm bir delik fark ettim arkamda. Yaklaşık iki metre kadar uzaktı bana. Görebilmek için neredeyse bacaklarımı, yani belimden aşağısını koparacaktım uzanmak için. Bir ışık huzmesi gördüm. O anda gözlerim görmemeye başladı. Nefes alışım rahatlamıştı ama gözlerime ne olmuştu?
Derken o ses “ben Mehmet, Zonguldak’lıyım, seni kurtarmaya geldim” dedi. “Ne oldu bana, nedir bu hal?” dedim. “Çok susadım dayanacak gücüm kalmadı ve inanılmaz çişim geldi” dedim. “Ne, çişin mi?” dedi Mehmet abi. “Evet” dedim. “Hemen bırak altına” dedi, “sen iki gündür buradasın, deprem oldu göçükte kaldın” dedi bana. İnanamadım.
Hemen ailem geldi aklıma; “annem kardeşim yan odamdaydı” dedim. “Onlar kurtuldu” dedi, “yukarıda herkes seni bekliyor” dedi. “Ama benim durumum pek iyi değil, “vücudumu hissetmiyorum” dedim. “Sen takma kafana” dedi bana Mehmet abi, “ben yanındayım” dedi. “Ama sen de bana yardım etmelisin, ben birazdan bu deliği büyüteceğim, sen bana üzerinde baskı yapan ne varsa vereceksin”  dedi.  “Ama önce çişini yapmalısın” dedi.  “Tamam”  dedim,  saldım kendimi.  Delik büyüdüğünde akılma ilk gelen su oldu, o da bana bir şişe su uzattı ama “bana söz ver”  dedi,  “içmeyeceksin”.  “Abi mümkün değil,  dayanamıyorum” dedim. “O zaman veremem” dedi. Anlatmaya çalıştı, “suyu içersen boğulursun, bak ben madenciyim, çok arkadaşım göçükte bu yüzden hayatını kaybetti” dedi. Söz verince suyu bana attı. Şişeyi ağzıma götürdüm, ağzıma su dolunca dayanamadım ve içtim. Birden tıkandığımı, nefes alamadığımı fark ettim, Mehmet abi doğru söylüyordu. Boğulacaktım. Bir şekilde su ağzımdan burnumdan fışkırdı ve nefes almaya başladım tekrar.
Mehmet abi “Ben sana ne dedim?” diye kızmaya başladı. “Hadi artık” dedi “bırak eğlenceyi, bana yardım et”. “Ne yapacağım?” dedim. “Bak belinden aşağısını ezen şeyleri çıkarmaya çalış bana uzat“ dedi. Ama ben çıkmak istemiyordum ve bunu ona nasıl söyleyebilirdim? Annemin ve kardeşimin dışarıda olduğuna inanmıyor ve durumumun felçli bir hasta gibi olduğunu düşünüyordum. Mehmet abiye “abi sen git ben çıkmak istemiyorum” dedim. “Ne oldu?”  dedi, durumu anlattım. “Annen burada diyorum sana” dedi; nasıl ispatlayacağını düşündü. Annemin tipini sordum, yanlış cevap verdi.
MEHMET ABİYİ ÇOK ZORLADIM
Artık beynim iflas etmiş, hiçbir şeye anlam veremiyordum. Adam bana yalvarmaya başladı “bak” dedi “psikolojin gayet normal, çok acın var ve olduğun ortam senin düzgün düşünmene engel oluyor, lütfen bana yardımcı ol, senin için 15 kişi uğraşıyoruz” dedi. Bir iki dakika sonra annemin ve kardeşimin saç renkleri, göz renkleri  vb özelliklerini  söyledi bana. Beni inandırmaya çalıştı hayatta olduklarına ve beni razı etti. Ben de yardım etmeye başladım.
Üzerimde ne varsa verdim. Daha sonra belimden aşağıdakileri vermeye başladım; parça parça olmuş beton kütleleri, ahşap mobilya parçalarıymış canımı yakan. Tek tek vermeye başladıkça rahatladı bacaklarım. Artık az da olsa belim yerinden oynuyordu. Ama başıma baskı yapan kütle daha da baskı yapmaya, başımı hareket edemez hale getirmeye başlamıştı. Bunu Mehmet abiye söyledim.  “Artık çok vaktimiz kalmadı Fatih” dedi “artçılar yüzünden yıkılan bina yerine oturuyor, daha da artacak bu” dedi. 
Ben hala çıkmaya niyetli değildim aslında. Neden bilmiyorum ama psikolojim darmadağın bir haldeydi. Devamlı annemin ve kardeşimin öldüğünü bana yalan söylediklerini düşünüyordum. “Binada toplam 20 daire bir sürü insan vardı, neden benimle uğraşıyorsun?” diyip duruyordum Madenci Mehmet abiye. O da beni razı etmek için yapmadığını bırakmıyordu. Hatta bir ara ağladı koca adam benimle birlikte. Şimdi anlıyorum ki ters psikolojiydi bu. Ben de devamlı “babamı yeni kaybettim, artık annem, kardeşim de yok, ne olur beni bırak” diyordum adama.
ANNEMİ TARİF ETTİ
Yeni taşınmıştık evimize, bir hafta olmuştu henüz, eşyalar, her şey yeni alınmıştı. Annem, babamla ilgili hatıraları olacak hiç bir şeyi bu eve sokmamıştı; sırf biz çabuk atlatalım diye. Kardeşim 10, ben 17 yaşındaydım babam öldüğünde. Babamla ilgili bir konu açıldığında annem hemen komik hikayeler anlatır, bizi güldürürdü. İlk aklıma o geldi göçükteyken, “eğer annem ve kardeşim de göçükte canlı kaldıysa, annem şu an kardeşime komik şeyler anlatıyor, onu  güldürüyordur”  dedim kendi kendime.
“Mehmet abi” dedim, “lütfen, sana yalvarıyorum bana doğruyu söyle, söz çıkacağım, annem, kardeşim gerçekten sağ mı?” dedim. “Dur gidip göreceğim” dedi. Bir zaman sonra geri geldi. “Fatihcim, annen ve kardeşin senin gibi göçükte kalmış, ama hiçbirşeyleri yok;  annenin ayağında ve başında bazı kesikler var, kardeşin ise sapasağlam; 15 saat sonra askerler  çıkarmış  onları”  dedi. “Şu an dışarıda seni bekliyorlar, hatta annen buraya girmek istiyor; senin yaşadığına o da inanmıyor, hadi gel beraber çıkalım” dedi. Yavaş yavaş yaşama sevinci bir duygu patlamasıyla içime girdi sanki. Ağlamaya başladım, annem kardeşim geldi aklıma, mutlu olduğumuz zamanları düşündüm. Sanki yaşamak için sebeplerim gitgide artıyordu.
Sonra “abi” dedim “senin ailen var mı?” “Olmaz mı Fatih” dedi, “onlar da beni bekliyor memlekette, hadi gel kardeşim, üzme bizi, bak kaç kişi senin için uğraşıyoruz” dedi Madenci Mehmet abi. Bugün düşündüğümde pek anlamlı gelmiyor inadım, ama buydu hissettiğim o anda. “Tamam abi” dedim “ne yapmalıyım?” “Ben arkanda olan döküntüleri alacağım,  sen de bana doğru geri geri sırt üstü gelmeye çalış” dedi.  “Tamam” dedim.
VE KURTULUYORUM
Birkaç saat uğraştan sonra eli elime değdi,  sonunda  çekti beni. Bir battaniye geldi, benim altıma onu serdiler ve battaniyeden asılarak beni çekmeye başladılar. Omuzlarımın geçebileceği kadar bir delik olduğunu gördüm arkamda. Demir filizlerini elle yamultuyordu Mehmet abi. O elindeki 5 kiloluk balyozla açmıştı bu oyuğu. O kırıyor, arkasındaki yüz üstü yatan diğer arkadaşları, posta dedikleri malzemeleri kovalarla  arkasındakilere uzatıyordu. Boş kova geliyor, dolu  çıkıyordu. “Mehmet abi nasıl yaptınız bunu, ellerin acımadı mı?” dediğimde “sen gel yeter ki, ne acıması be oğlum” dedi babacan bir tavırla. Çok üzüldüm hallerine, başlarında ışıklı kasketler, 60-70 santim çapında bir delikte bir sürü insan, havasız susuz çalışıyordu.
Bu arada, beni ufak çocuk zannediyorlarmış işe başlarken, tüneli çok daha dar açmışlar ilk önce. Aralarındaki en ufak bedenli Mehmet abiymiş; çocuk geçecek kadar dar tünellere ilk girer, kömürü gördüğünde de “tamam burası” der, asıl tünel açılırmış madende. O taktikle gelmişler bana kadar. Benim büyük olduğumu sesimi duyunca anlamışlar. O yüzden çok daha uzun sürmüş beni kurtarmaları. “Bir resim bulduk” dedi Mehmet abi “orada 7 yaşlarında bir çocuk vardı,  sarışındı” dedi “Sen olduğunu düşündüm ama sen değilmişsin” dedi. “Abi benim o, ama küçüklük resmim” dedim, gülüştük tünelde.
 MEHMET ABİ NEREDE?
Binamız 5 katlı idi, altı garaj en üstte de çatı katı vardı. Şevket en üst katta oturuyor, odası da dubleks olan evlerinin çatı katındaydı. Depremden çok sonra görüştüğümüzde, “abi ben odadan yürüyerek çıktım yola” dedi; “beşinci kat dahil yoktu binada, çatı katı hemzemin olmuştu” diye ekledi.
Beni bulmak için göçüğü önce odamın iz düşümüne denk gelen yerden aşağı doğru kırmaya başlamışlar, bakmışlar ki bina temeliyle kaymış, bu sefer binanın kaydığını düşündükleri yere doğru aşağıdan kırmaya, kazmaya başlamışlar. “Sonra” dedi Mehmet abi “bir ses duyduk, çok ince tiz bir ses, çıt çıt diye göçükten geliyordu; sessizlik olması için herkesi uyardık, zaten iş makinası çalıştırmıyordu kimse, insanlar göçükte ezilmesin diye; o sese doğru çalıştık ondan sonra hep, bir ara ses kesildi, sonra yine başladı; ama merkezini hiç kaybetmedik.”
Elimdeki çakmak işe yaramıştı.  Çakmağı  göstererek  “Bu” dedim “Mehmet abi bununla ses çıkardım, demir filizi vardı yanımda ona vurdum devamlı”. “Aferin” dedi babacan Mehmet “aferin”. Çakmak hala elimde ve yumruğum kapalıydı tünelde beni çekerlerken.
Yol hala bitmemişti ne uzun gelmişti, sanki içeride kaldığım süre bile daha azdı. Sonra çok keskin bir ışık göründü; gözlerim yanıyor,  tam seçemiyordu.  “Şimdi” dedi Mehmet abi “battaniyeyi kollarının ve ayaklarının üzerine bağlayacağım, seni yukarı çekeceğiz” dedi. Bacaklarımı hissetmiyordum ama acımıyordu da. Yukarı doğru çekilirken belden yukarıma devamlı bir şeyler takılıyor, canımı yakınca da durduruyor bekliyordum. Pozisyon değiştirip devam ediyorduk.
Nitekim kurtulmuştum. Ben deliğin başında gözükünce herkes başıma üşüşmüş, battaniyenin bir ucundan tutuyordu. El ele vererek beni ilerletiyorlardı insanlar. Amcam, eniştem, yan komşularımız, herkes oradaydı. O an fark ettim, beni kurtaran madenciler yoktu artık etrafımda. Konuşamıyordum, fısıldayarak “Mehmet abi nerede?” diye sordum amcama. Mehmet abi nerede? “Kim o?” dedi sevinçten ağlayarak. Birden irkildim, “o nerede, gitmesin” dedim. Fısıldayarak konuştuğumdan kimse önemsemedi. Bir şekilde derdimi anlattım ve Mehmet abinin yanıma gelmesini sağladım. Geldi Mehmet abi, ufacık boylu, zayıf, yanık tenli esmer bir adamdı. “Efendim” Fatih dedi; üzerime doğru eğilince de sarıldım boynuna, ikimiz de hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladık. Bizle birlikte herkes ağlıyordu,  sokaktaki insanlar, ambulans şoförü, doktor, hemşireler,  herkes.
Annem göründü önce, göçükten yola inince. Battaniyeden inip koşmak istedim, ayaklarım hareket etmiyordu, güvenemiyordum kendime. Kolumu kaldıramıyordum, halim kalmamıştı artık. Sonra kardeşim Feyzam göründü, gerçekten hiç bir şeyleri yoktu, sapasağlam karşımdaydılar ve ağlamakla gülmek arasında yüzüme bakıyordu ikisi de. Dünyanın en mutlu insanı olacağımı hiç düşünmemiştim. Ama Allah çok büyüktü. Ne benim ne de ailemin başına hiçbir şey gelmemişti işte.
Madenci Mehmet abi kurtardı beni göçükten evet ama kazarak değil, yaşam sevincimi, psikolojimi  okşayarak,  bana ailemin değerini hatırlatarak. Orada yaşanılanları bir o biliyor, bir de ben. Allah ondan ve onun gibilerden razı olsun.

Şimdi evlendim çok mutluyum, hatta haftaya çocuğum bile olacak, daha ne olsun. Adını şimdiden koyduk Tuana Su. Cennete düşen ilk yağmur tanesiymiş. Bu, anlamını çözemediğimiz hayatta bakalım başımıza daha neler gelecek...
Bu arada o sakladığım tornavidayı hiç bulamadım göçükte. Diyorum ya, Allah çok büyük diye. Sen ne istersen iste, ne düşünürsen düşün, senin bir sebebin var yaşamak için, sadece O’nun bildiği.”
FATİH TANIŞ
14 Mayıs 2014