Hiç unutmam; kızım Ayşenur daha yedi-sekiz yaşındayken ‘baba beni Temel Amca ile tanıştırır mısın? Kendisini çok ama çok merak ediyorum. Ne kadar da zengin; bir gün Amerika’da bir gün uzayda. Bu kadar parayı nereden buluyor Temel Amca?’ demişti. Temel’in mücessem - somut, müşekkel- şekli şemâli olan birisi olduğuna inanıyordu zira.

Ne yapacağım ne edeceğim diye düşünürken, Faruk Şişman şaşıracak, Hızır gene yardım etti; ‘Yaşayan Temel’i karşıma çıkardı, beni onunla bir ömür dost arkadaş sırdaş etti: Artık Ayşenur’un da bir Temel Amcası vardı.

İki bin yılı baharıydı. ATSO, sonraları SATSO oldu, bir deprem kitabı hazırlığı içerisindeydi. Ben de Adapazarı Büyükşehir Belediyesi Kültür Müdürüydüm. Kurum arşivimize merhum Hüsnü Gürsel Hocamız ve Servet Sezgin’den, yüz elli 17 Ağustos 1999 Depremi diası/fotoğrafı satın almış, 48 sayfalık katalog/kitapçık yayımlamıştık. ATSO Deprem Kitabı’nda kullanmak üzere o fotoğraflardan bir kısmını kullanmak talebiyle gelmiş, tanışmıştık. O gün bugün yakın dost olduk.Cenazelerimizde düğünlerimizde, iyi kötü günlerimizde. Trabzon’da Adapazarı’nda, yurt içinde yurt dışında; yüzlerce binlerce güzel hâtıra… Bana ‘Yeryüzünde Temel diye biri yaşamış, gördün mü tanıdın mı?’ deseler, sağıma ve soluma bakmadan,bir saniye bile tereddüt etmeden “Evet, Yusuf Ağbi’ sözü çıkar ağzımdan.

Sait Tanış Kültür Merkezi yeni hizmete girmiş, iki bin on nisanı. ‘Akşamın Aydınlığında Portreler’ kitabımın söyleşi ve imza günü için onu da davet ediyorum. Telefon açtım, mekanı tarif ediyorum anlayamıyor. Aklıma pratik bir çözüm geldi: ‘Yusuf Ağbi, dedim. Ağa Camii’nde namazı kıldın, nereye gidersin?’ Beklediğim cevap şu: ‘Sağa Uzunçarşı’ya.’Veya ‘düz Karaağaçdibi’ne’ ya da ‘sola Gümrükönü’ne doğru. “ Ben de diyeceğim ‘Ağbi, sola, minarenin dibine gel, İzmit’e doğru dön. Eli metre yürü. Orası işte.’

‘Ağa Camii’nden çıktın, nereye gidersin ağbi?’ soruma, Yusuf Mısırlıoğlu bir iki saniye düşündü: ‘Kahveye pişpirik oynamaya giderim!’ diye cevaplamasın mı… kahkahaları koyuverdik. İşte Yusuf Ağbi budur.

Ona göre her şey normaldir, ’anormal olan bizleriz.’ Örneğin sigaraya, elli yaşında kalp krizi geçirdikten sonra başlamıştır. Günde beş öğün yemek yer ama altmış iki kiloyu bir gram geçemez. (Bir rivayete göre yetmişinde bir kalp krizi daha geçirince sigarayı bırakmış, daha doğrusu sigara onu terk etmiş, o günden sonra da her yıl bir okka kilo almaya başlamıştır.)

Yeri gelince sık sık ‘okumam yok yazmam var’ diye cevaplaması iki şiir kitabından mülhemdir.

Aşıktır, şairdir, ozandır; Aşık Çepni mahlası ile şiirler dökülür şair yüreğinden onun. O Çepnidir, Çepni kızına âşıktır. Nereden mi biliyoruz; kendi dizelerinden: “ Yanakları gamzeli, gerdanı kar beyazı / Belindepeştamalı , çarıklı Çepni kızı / Kışın köyde çalışır, yaylada geçer yazı / Belinde peştamalı, çarıklı Çepni kızı.
Nasır tutmuş elleri yayla otu kokuyor / Sekmenine oturmuş, kara dastar dokuyor /  Rahvan yürüyüşüyle nice canlar yakıyor / Belinde peştamalı, çarıklı Çepni kızı.
Erişti göç zamanı, ayrılık günü yakın / Bir kez daha göreyim, örtme yüzünü sakın / Hamaylısı boynunda, şu güzelliğe bakın! / Belinde peştamalı, çarıklı Çepni kızı.
Obalının düşüsün, ulaşılmaz hayalsın / Bu ne işve, bu ne naz; anderkaybana kalsın / Altüst ettin dünyamı; seni yaratan alsın / Belinde peştamalı, çarıklı Çepni kızı.”

Şiirinden de anladığınız üzere Çepni Türküdür on binlerce Trabzonlu gibi Yusuf Mısırlıoğlu. Aceleci ve hareketli bir yapıya sahip olduklarından soy, boy, aile olarak, Fatih Sultan Mehmet’ten önce o bölgeye yerleşmişler;Koca sultan 1461’de Trabzon’a girdiğinde Mısırlıoğlu Ailesi olarak“hoşgeldiniz sultanım, nerede kaldınız, gözlerimiz yoldakaldı” demişler; sultan da bu bölgeye Vilayet-i Çepni adı vermiştir. Fetihte Fatih’e yardım ettiklerini da ilave etmeyi unutmayalım.

Kantarcı Mehmet’in ikisi kız biri erkek üç çocuğunun ortancası olarak Beşikdüzü Akkase (Akise) Köyünde 1943 yılında doğar Yusuf Ağbi. İTÜ Makine-Uçak İnşaatı Mühendisliğini 1968’de bitirir. Ünlü siyasetçi Prof.Dr.Necmettin Erbakan Motor-2 dersine gelmiş, okul hayatının ne yüksek notunu (20 üzerinden 16) ondan almıştır. Makine Fakültesi Talebe Cemiyeti Başkanlığı yapmış, halk tabiriyle ‘ortalığı karıştırmış’, benim tabirimle ‘ortalığı gülmekten kırıp geçirmiştir.’ Eylemci olmadığı için de ‘tarafsız başkan’ lakabı almıştır.

68 kuşağındandır; beş yıllık İTÜ tahsili boykotlar stajlar yüzünden yedi yılda bitmiştir. O her zaman hareketli, her zaman gözde, her zaman karizmatiktir; o yıllarda da parmakla gösterilen biridir de zaten. Balıkesir ve Hatay’da yirmi dört ay yedek subaylık yapmış, yirmi yedi yaşında köyüne genç bir mühendis olarak dönmüştür. Babası Beşikdüzü-Şalpazarı enerji nakil hattı ihalesini almış, tesisin yapımı sırasında vefat etmiştir. Babasının yarım bıraktığı işi devam ettirip tamamlar. Ama ne tamamlama; bin bir çile, uğraş, sabırla.

Bu sırada Vakfıkebir’in 108 köyü içerisinde Genç Yusuf’un armağanı olarak ilk defa elektrik Akkese Köyüne gelmiştir. İmece yoluyla komşuları malzeme parası vermiş, Yusuf da işçilikten beş para almamıştır. O gün bugün Akkese’nin kahramanıdır Yusuf.

Babası Kantarcı Mehmet, vefatından hemen önce, bir kefalet nedeniyle iflas etmiştir. On yıl Yusuf ödemiştir. Bütün hüznüne rağmen, babasının son sözü şudur ona: “Oğlum sana vasiyetim; cebindeki miktar kadar kefil ol”.

Genç Yusuf 1973’de Adapazarı’na intisap eder. Demireller dayı oğludur.  Onlar davet ederler. 1980’e kadar ortak traktör parçaları üretirler. Sonra kendi işini kurar. Otuz beş yıldır da oto ve traktör yedek parçası üretir. İşini şöyle tanımlar: “Demirden ne iş olsa yaparız ağbi.”

Zamanında Rize taraflarında elektrik ihalesi işi almış, tesis ederken anasının ‘oralardan bir kız alalım Yusuf sana’ sözüne, ettiği zarar, çektiği sıkıntılar yüzünden ‘Allah yazdıysa bozsun ana’ diye cevap vermiştir. Nereden bilebilirdi ki, Rizeli Taşkentlerin kızı Zerrin’le 1976’da evleneceğini. Ünlü bestekâr Ziya Taşkent’in de yeğenidir Zerrin Hanım. Bu mutlu evlilikten Mehmet Furkan (1977, ODTÜ Makine Mühendisliği mezunu), Arif Emre (1980, ODTÜ Makine Mühendisliği mezunu) ve Yunus Sencer (1981, Uludağ Ü. İşletme mezunu) üç oğlu doğar. Son on yıldır da baba ve oğulları birlikte makine imalatı ve alttan ısıtmalı sıcak masa imalatı yapmaktadırlar. (bu konuda bana çok özel bir imalat için know-how borcu olduğuna da minnacık bir not düşelim)

Neşe adamdır, neşeli adamdır, neşe saçan adamdır o.

Hayatımda gördüğüm en cömert, en müspet, en toparlayıcı adamlardan birisidir. Benim genel yayın yönetmenliğimde bir grup arkadaşın katkılarıyla on bir yıl- yüz otuz iki sayı çıkarttığımız Irmak Dergisi’nin bu kadar uzun süreli yayımlanmasının maddi motoru hiç kuşkusuz Yusuf Ağbi’dir; ona ne kadar çok teşekkür edilse yeridir.

Irmak’tan tek şikayeti, tek şikayetçi olduğu kişi, ‘Sansürcübaşı’ adını taktığı, ‘şiirlerimin yarısından fazlasını kesip atıyor’ diye sitem ettiği, ‘idarecinin bir yüzü sıcak diğer yüzü sert olmalı; bizim sansürcübaşının iki yüzü de sert’ diye yakındığı bu satırların yazarıdır.

Yol arkadaşlığı da ayrı güzel ayrı zevkli ayrı neşelidir. Bin bir yol yöntem usulle ikna ettiğim 2006 yılındaki Bulgaristan-Makedonya-Kosova kültür gezisi anıları dillere destandır; tek başına kitap olur kitap. Mimar Sinan eseri Sofya Banyabaşı Camii kapısında mendil açıp dilenmesinden, GostivarBanisa Köyü Muhtarı Nasır ile Trabzonspor’un sondan ikinciliğine nasıl üzüldüklerini, bir süre sonra da ‘Uşağum üzülmeyelim; puan cetvelini ters çevirelim, üstten ikinci oluruz’ deyişi karşısında izleyenleri kahkahaya boğuşundan, gezi bitiminde ‘ha bundan böyle birer kere hac, umre; sonra her sene Balkanlara…’ fetvasından söz etmeyeceğim. Ama Makedonya Ohri Meydanında başımdan geçeni anlatmadan edemeyeceğim:Eşlerimizle birlikte kırk altı kişilik kafileyle çıktığımız Rumeli gezimizin Ohri durağındayız. Tarihi mekanları, Halveti Tekkesini, camileri, Türklerden kalma bir konağı dönüştürdükleri şehir müzesini gezdirmiş, tarihi çınar meydanında kafileyi bir saatliğine serbest bırakmıştım. Üçlü dörtlü gruplar hâlinde, tarihi dükkanların bulunduğu caddede yürürken, Yusuf Ağbi telaşlı bir sesle bana seslendi: ‘Ohri’de Türkçe yayımlanan gazete var mı acaba Fahri Gardaş?’, ben şaşkın bir hâlde ‘bilemiyorum ama… ne yapacaksın ki?’ dedim. ‘İlan vereceğim.’,  ‘Ne ilanı ağbi?’, ‘‘Eşimi kaybettim, yenisini alacağımdan eskisinin hükmü yoktur’ ilanı.’Biz kahkaha ile gülerken, tam da o sırada eşi Zerrin Abla çıkagelmesin mi, onun da duyacağı bir sesle muhabbete noktayı koydu Yusuf Ağbi: ‘Eyvah, eski hanımı bulduk!’

Ablasının ineğini yaylaya götürürken kaybedecek kadar "dalgın", şahit olduğu bir 
trafik kazasında, suçlusunun sigortası olmadığını görünce suçu üstlenecek 
kadar "cömert", Kızılderili filmlerinde ağlayacak kadar "duygusal" bir 
kahramanımızdır o bizim.

Sitem edeceği zaman cümle kalıbı bellidir: ‘Müslüman, … edeceğine …etseydin ya’ veya ‘mübarek, … diyeceğine, …. deseydin ya!’ Normal hâlde cümleye üç kelimeden biriyle başlar: ‘La gardaşım, …’, ‘Uşağım, …’, ‘Bağa bak hele…’

Bir Trabzonluda görebileceğiniz tüm özellikler fazlasıyla vardır onda: Üretken, yerinde duramayan, tez canlı, pratik, cömert, samimi, candan, vatanperver, muzip, Trabzon’u dünyanın başkenti sayan, Trabzonspor’u ölçüsüz sınırsız katıksız seven, yayla sevdalısı, adalete düşkün ama hemşerisini görünce adaleti unutan, hamsi ve kara lahanaya yarı kutsallık atfeden…

Yerli adamdır Yusuf Ağbi. Tavırlarında konuşmalarında şiirlerinde Anadolu’nun kokusu lezzeti rengi vardır. Sevgilerinde öfkelerinde bunu bütün derinliğiyle görebilirsiniz. Halk adamıdır; halktır, halktandır, halkçıdır. Halkçı dediysek, yanlış anlaşılmasın, ‘cumhuriyet’ yanlılarından değil ‘milletinden yana’ olanlarındandır.

Şiiri Türk Halk edebiyatına dairdir elbet. Atışmaya nazireye bayılır. Onun atışmaları, hayat felsefesini yansıtır: Azaltan değil çoğaltan, üzen değil güldüren, tüketen değil büyüten, çirkinleştiren değil güzelleştirendir.

Kendi insanının, Trabzon’un, daha da geniş tutalım Karadeniz insanının sevincini üzüntüsünü felsefesini şiir diliyle yazmayı başaran ender fanilerdendir Aşık Çepni. Sadece bu tür şiirlerinden oluşan bir kitabı da vardır ‘Temel Bir Gün’ isimli. İkinci kitabı ise ‘Gül İncinmesin’dir. Zaten bir ömür yaptıkları ettikleri yazdıkları hep ‘Gül’ü incitmemek içindir.

Zarif adamdır o, nazik adamdır o, muzip adamdır.

Gülümseyen, gülümseten, güzelleştiren adamdır.

Kırk güzel insandan birisidir o bizim hayatımızda.

Onun yazısı da elbet onun bir şiiriyle bitmelidir, Feminist Fadime ile mesela:

“Her yıl Amerika’da / Feministler buluşur / Kadınların hakkını / Savunmaya çalışır.

Çıkar başkan sahneye; / “-Sıkın eşlerinizi / Gösterin erkeklere / Azı dişlerinizi.”

Bu karar üzerine / Yüce meclis dağılır / Bir yıl sonra kürsüde / Önce Alman söz alır;

“-Hans bir gün eve geldi / Dedi:””-Evin hali ne!” / “-Of  canıma tak dedi / Al faraşı eline.

Yıllardır ben çalıştım / Derman kalmadı bende / Bundan böyle ev işi / Edemem; sıra sende.

Bir gün bir şey görmedim / İkinci gün de doldu / Üçüncü günden sonra/Eşim mum gibi oldu.

Artık hiç sorunum yok / Temizlik Hans’ın işi / Elinden bir dakika / Bırakmıyor faraşı.”

İspanyalı söz alır: / “-Hayat ne de kolaymış / Keşke kongre kararı / Daha önce alaymış.

Eşim çağırdı beni: / “-Gömleğimi ütüle.” / Dedim:”-Bak gına geldi / Yetti çektiğim çile.

Ben sana bundan böyle / Ütü mütü yapamam / Artık sen yapacaksın;/Benim görevim tamam.

Bir gün bir şey görmedim; / İkinci gün de doldu / Üçüncü günden sonra / Pedro mum gibi oldu.

Artık rahata erdim / Ütü Pedro’nun işi / Sanki sanat yapıyor / Ütülerken kumaşı.”

Fadime başlar söze: / “-Temel geldi bir akşam / Bağırdı:”-Kız Fadime! / Nerde lahana çorbam?”

Dedim:”-Eğer yaparsam / Gözüm önüme aksın! / Sana çok yemek yaptım / Artık sen yapacaksın.

Bir gün bir şey görmedim. / İkinci gün de doldu. / Üçüncü gün sol gözüm /

Açılır gibi oldu.”