Annemin babası 1907, babamın annesi ise 1905 doğumludur. Babaannemin babasının adı Mustafa’dır. Ailemizin alt-üst soy bilgisine baktığımızda büyüklerimin Osmanlı döneminde doğduğunu fark ettim.
            İmam hatip olarak göreve başladığım tarih ise 1976’dır. Bu tarihte babaannem ve anne tarafından dedem sağ idi. Onlar takriben 70 yaşlarındaydı. Tüm bunları niçin anlatıyorum derseniz: Tarih bilgisini canlı ağızlardan dinleyip kayıt altına almadığım için üzgünüm.

Aklımda kalan ise babaannem çocuklukta ki zaruri bir göçü anlatırken nenesini yanlarında götüremediği için yol boyunda bir köyde bıraktıklarını ve yollarına devam ettiklerini anlatırken hüznü gözlerinden ve sözlerinden anlaşılıyordu. Daha detaylı ve tarihli olarak kayda alamadığım için olayın vahametini fark edemedim. Merhume babaannem kim bilir ne çileler çekmişti yetim çocuklarını büyütürken.

Merhum dedem hastaneye kaldırılmış ve nenem hastaneden gelen yakınına beyinin durumunu sormaya gittiğinde O’nun vefat ettiğini anladığını söyledi. Nene, nerden anladın dediğim de gelen akraba “ellerini ovuşturdu” dedi. Ellerini ovuşturmak ise elden avuçtan çıktı demektir demişti. Yıllar sonra Kur’an ayetlerini okurken şu ayete gelince hem ayeti ve hem de babaannemi anlamış oldum. “Derken bütün serveti istîlâ ediliverdi, bunun üzerine ona yaptığı masraflara karşı avuçlarını ovuşturup kaldı, o, çardakları üzerine çökmüş kalmıştı, ah, diyordu, nolaydım rabbıma hiç bir şerik koşmamış olaydım” Kehf, 42. Evet o adam ellerini bahçesini elinden çıkınca ellerini ovuşturdu, nenem ise beyi vefat edince ellerini ovuşturdu.

Kısacası ne dedemin ve ne de nenemim tarih bilgisini sorup öğrenecek şuurdan eksik büyümemiz bizi canlı tarihten mahrum etmiş. Yaklaşık 18 yıllık Osmanlı ve canlı olarak Cumhuriyet kuruluş sancı ve sıkıntılarını dinleseydik ne güzel olurdu. Resmi donuk ve sönük inkilab tarihi ise bize tarih sevgisi ve şuuru kazandırmadı. Hatta biz okulda Emin Oktay’ın tarih kitabını okuyorduk ama okuduklarımızdan emin değildik. Emin Oktay güvenilir biri miydi araştırmak gerekir. Sanırım değildi. (Biraz Vakti Olanlar İçin: “BİR PORTRE: EMİN OKTAY ÜZERİNE Salih Şimşek” hocamızın yazısını bulup okuyunuz.)

KIRMIZI HALI

Geçmiş günlerde bir camiye yeni imam bir imam tayin edilir. Küçük bir köy olan yerleşim yerinde elektrik yoktur. Bakkal ve vasıta hatta traktör bile yoktur. Tam bir sessizlik vardır köyde, bir kuş sesi ve bir de çalışan saatin tıkırtısıdır.

Köy camisinin halıları çok eskidir. İmamsa genç biridir. O esnada köye bir minibüs gelir ve hoca efendiye cami kilimlerinin eski olduğunu ve hayır olarak camide ki kırmızı bir kilim yerine iki yeni kilim vermek istediğini söyler. Cazip gelen bu teklif tarihi eşya şuur ve bilgisi olmayan imam ve cemaat tarafından memnuniyetle kabul edilir sonra belki de tarihi değeri çok pahalı olan o kilim elden avuçtan çıkarılır.

Kaydı olmayan veya kayıt edilmeyen teberrükat eşyası böylece kaybedilir. Gerçekten tarih sadece kitaplar ve yazılar değilmiş.

YIKILAN KONAK

Nice yıkılan konaklar, çeşmeler, kitabeler ve yapılar var yakın tarihimizde ve yaşadığımız şehirlerde. Halk karşılığını alamam korkusuyla kayıt altına alınmadan yıkılan binalar, yarım asrı geçen ömürde olanlar bilirler. Evet, bazıları yeniden yapılsa da o ruhu yansıtmadı ve taşımadılar. Tıpkı vefat edenin yerine torununa dedenin ismini vermek gibi, isim aynı ama insan ve yapı farklıydı.

            Birçok ailenin de değerli hatıra ve eşyaları aynı şekilde yitip kaybolmuşlardır. Evet, şehirler ve ülkeler tarihleriyle yaşarlar ama yalan tarihleri ise onların sırtında bir kamburdur.