Sezen Aksu’nun sözlerini yazdığı ünlü bir şarkı var hani: ‘Çok geç kalmışız canım vakit bu vakit değil / Eski radyolar gibi çatıya saklanmış aşk / Lale devri çocuklarıyız biz zamanımız geçmiş.’

Evet, ne zaman dinlesem bu şarkıyı, kalbimin direği sızlar, itiraf edeyim. ‘Geçmiş zaman’ gelir aklıma, yaşadıklarım tanıdıklarım şahitliklerim gelir.

Geçen gün, Çark Caddesi’nden Çark Mesire’ye, kırk yıllık anılara takıldım kaldım. Kırk yıllık portrelere. ‘Lale devri çocuklarıyız biz, zamanımız geçmiş’ terennümüyle yürüdüm. Kırk yıllık portreler geçti gözümün önünden, bir bir.

Çark Caddesi’nin Konaklardan Oluştuğu Serdivan’ın İstanbul Kadar Uzak Olduğu Günler

1974 Eylülünde gelmişim Çark Caddesine ben. Şöyle böyle kırk beş sene önce. Sıra arkadaşım Molla Mustafa’nın (Emican) tabiriyle ‘kafamıza kiremitler düşmesin diye korka korka yürüdüğümüz’ bir Çark Caddesi vardı o zamanlar. Gümrükönü’nden Adapazarı Lisesi’ne kadar (1980 Askeri İhtilali’nden sonra Kenan Evren yönetimi ülkedeki köklü-eski liselerin adına Atatürk’ü ekleyince adı değişti) sağlı sollu iki katlı ahşap evler ile doluydu cadde. Tek tük apartman bir iki de işhanı vardı, o kadar. Adapazarı’nın şehir olduğu, kendi olduğu günler.

Cumaları Şerefiye’de kıldığımız, sinemaya Yıldız’a Saray’a Atlas’a gittiğimiz günler. İki film birden. Yeni ile Fitaş Ecnebi (Gavur) filmi getirdiği için pek uğramadığımız zamanlar.

Yatılıyız ya, okul çarşı cadde, okul çarşı Çark. Bahar ise biraz da stat arkası Şeker mahalle günleri. Çark Deresinden sonra hayat olmadığı, Muradiye Camii’nin İzmit kadar, Serdivan’ın köy olduğu (sayıldığı) İstanbul kadar uzakta kabul edildiği günler.

Bugün 522.000 olan merkez nüfusunun yedide biri, 75.000 olduğu günler.

Yüzü Hiç Gülmeyen Fenni Sünnetçi Naim Sarı, İyilikler Ağbisi İskender Sarı ve Yatılı Kaydım

Fenni Sünnetçi Naim Sarı vardı Orhan Camii’nin kıblesinde. ÇEK İşhanı bitişiğinde. Köyümüzden. Uzaktan da akrabamız. Ki otuz haneli köyün on dokuzu akrabamız zaten. Hem babamı hem beni hem oğlumu sünnet etmiş adamdır Naim Ağbi. Zayıf kısaya yakın boylu, daima asık ve ciddi yüzlü, hep sinirli, bir o kadar da Okçular’dan gelen herkesin derdini sorununu çözmeye çalışan iyi kalpli biriydi. Aynı zamanda İl Sağlık Müdürlüğünde sağlık memuru olarak görev yapıyordu. Ama sanki doktor muayenehanesiymiş gibi özel sağlık kabini de vardı.

İki oğlu vardı onun: Büyüğü İskender Ağbi, küçüğü Serdar. Serdar bizim kadardı, babası gibi asabi ciddi sinirli adam. Aslına bakılırsa baba ve iki oğlu da düzgün merhametli yardımsever insanlardı; ama Serdar, Selamettin Amcasına benziyordu yürüyüşü ve ciddiyetiyle. Babasına da.

İskender Ağbi ise o sene yaz tatilini amcalarının yanında köyde bizimle geçirmişti. Ağbi kardeş gibiydik onunla. Soyadı gibi sarı saçlı, annesi Abhaz olduğundan olmalı, açık beyaza kına katılmış renkli tenli, yakışıklı bir ağbiydi. Merhametli şefkatli iyi kalpliydi. Di dememin sebebi otuz beş yaşlarında rahmetli oldu, çok genç yaşta kaybettik onu.

Milli Eğitim Bakanlığından ‘parasız yatılı sınavını kazandınız, gelin kayıt yaptırın’ diye belge gelince atladım geldim, doğru İskender Ağbi’ye. Daha doğrusu babası Sünnetçi Naim Ağbi’nin sağlık kabinine. Orada Taksi Durağı vardı önde. Hemen taksi tutup Çark Caddesi’nde II. Tümen’in karşısındaki İmam-Hatip’e götürdü, yarım saat içinde kaydımı yaptırttı benim. Bu arada Orhan Camii’ne yedi yüz elli metre mesafede okul. Düşünün o zamanki anlayışı; yedi yüz elli metre o kadar uzak kabul ediliyor ki taksi tutulup gidiliyor; nereden nereye…

Yıllar sonra beni her gördüğünde ‘Adapazarı’nın atom karıncası’ diye takılan Avukat Demircan Dilek, ‘liseye kayıt için köyden geldiğinde ben de Naim Sarı’nın oradaydım. Elindeki tahta bavulu bile hatırlıyorum’ demektedir. Elhak haklıdır.

Fenni Sünnetçi Naim Sarı ile genç yaşta yitirdiğimiz İskender Ağbi’ye Rabbimizden rahmetler, Adapazarı’nın en entelektüel avukatı Demircan Dilek Ağbi’ye de sağlıklı uzun ömürler diliyorum.

Dört Eğilimli Bir Aşure Sınıf: Ah Şu Bizim 4/D

Eylülün ortasında okulumuz başladı. 1974. İmam Hatip’te ilk yılımız. 4/D sınıfına koymuşlar bizi. İlk üç şube İngilizce. Bizim sınıf ise Fransızca ve Almancacılar. Sınıfımız dört ayrı gruptan oluşuyor: A) Mollalar (Buna hâfızlar da denebilir): Fevzi Dere, Saffet Öztürk, Osman Akduman, Hüseyin Düzcan, Cevat Kavas, Nezahattin Kızılorman, Osman Erbay gibiler. Ki bunların yaşları bizden dört beş yaş büyüktü. Evli olanları vardı içlerinde. B) Ortaokuldan beri devam eden grup: Şimdi Eskişehir Valisi olan Özdemir Çakacak, Molla Mustafa (Emircan), Fi Hakkı (Yıldırım), Hayvan Şefik (Bozkaya), Terzi İrfan (Soner), Recep Bulut, Arnavut Cavit (Arabacıgil). Bunlar bizim yaşımızdaydılar ama uzun yıllardır beraber oldukları için ‘kemik grup’tular doğal olarak. C) Parasız yatılılar: Fahri Tuna ve Sabahattin İmir Kaynarca’dan, Şükrü Sevinç Sinanoğlu’ndan ve Hüseyin Karakaya Mudurnu’dan kazanıp gelenler. Şimdinin Fen Lisesi-Anadolu Liseleri gibi sınavdan geçerek gelmiştik. Parasız yatılı gelenlerin hemen tamamı ya benim ve Abdurrahman Özçelik gibi mühendis, ya Abdurrahim Tufantoz (şimdi Van’da tarih doçenti), Şükrü Sevinç, Hüseyin Karakaya, Murat Özdemir gibi öğretmen, ya Halil Delice gibi avukat, ya Sabahattin Şiranlı gibi mimar oldular. D) Gündüzlüler (Bunlar da kendi içinde dışarıdan gelip gidenler veya paralı yatılılar diye ikiye ayrılıyorlardı): Ufaklık Mehmet (Şimdi Katar’da İlahiyat profesörü Muhammed Aydın), Ömer Aksu (Arabistan’da tüccar), rahmetli Ahmet Kümbet, Mehmet Atılış ve öğretmen Nazım Akçay Sinanoğlu’ndan, Ahmet Çetin Kaynarca’dan, Muhittin Karabacak, Ahmet Tuna, Sakin Akseki, Ali Kocakahvecioğlu, Öznur Karayel ve Nail Kırmızı Mudurnu-Göynük’ten, Baki Fırıncı Akyazı’dan, Ahmet Resul Köseci Çökeklerden, İbrahim Tınmaz ve Metin Dinçer şehir merkezinden… Unutmadan: Kaynarca ve Karasu-Sinanoğlu’ndan gelen biz sekiz dokuz öğrenci Almancacıyız, diğer yirmi iki öğrenci Fransızcacı. Yabancı dil dersi oldu mu biz Kütüphaneye geçip İhsan Uzungüngör ile ders yapıyoruz, geri kalan sınıfımızda Betül Önuçak ile.

Lakap Lakap Üstüne, Seç Beğen Al: Danyal Topatan Yüksel Yılmazer

Türk milletinin hele de öğrencilerin bir lakap takma ustalığı vardır ki yüz üzerinden yüz puan. Öyle isabetlidir. Orta Asya’dan getirdiğimiz güzel ve başarılı hasletlerimizden birisidir bu.

Bir kısım öğretmen lakaplarını hazır bulduk; üst sınıflardan miras olarak devraldık. Örnek mi? Danyal Topatan.

Bizim Kuşak iyi bilir: Danyal Topatan dendi mi herkesin aklına o günlerin müdür başmuavini Yüksel Yılmazer Hoca gelir. Lakabını o günlerde çok popüler olan Yeşilçam’ın karakter oyuncusu Danyal Topatan’dan almış. Da, fiziken hiçbir benzerliğini görebilmiş değiliz. Nedense o lakap verilmiş hazrete. Bugün kırk beş sene sonra Yüksel Hocam ki çok severim kendisini, seksene ulaşmış yaşına rağmen dimdik yürüyen çok güzel giyinen, sözü sohbeti yerinde, çok karizmatik bir büyüğümüzdür. Geçenlerde tamir ettirdiği Sapanca Fevziye’deki evine uğradım, yoktu evde, selam bıraktım.

Kur’an Okurken Duvarları Titreten Hafız: Çatlak Sadettin

Rahmetli Turgut Özal’ın altmış kilo olanını düşünün. Ufak tefek, saçlarına ve şakaklarına kırağı düşmüş, kalın gözlüklerinin ardından cin gibi zeki gözlerle bakan, hafif etli beyaz yüzlü ciddi görünmeye çalışan bir o kadar da mukallit Karadenizli meslekçi: Sadettin Kolbasar.

Müdür muavinimizdi. Kur’an-ı Kerim dersimize geliyordu. Her hâfız gibi molla, yavaş, tertemiz taşralı bir yüzü vardı. Gözleri birçoğunun aksine fıldır fıldırdı. Zaten sonraki yıllarda – çaktırmadan- ticaret yapacak, akşamları mütalaalarda / etütlerde öğrenci başkanı Server ve yardımcıları aracılığıyla kitap satacaktı bize. Bahar Yayınları’nın kitaplarıydı daha çok. Çok kitap aldım ben de hocamdan. Sayesinde kitabı okumayı sevdi bizim kuşak biraz da.

Lakabı çatlaktı, neden bilinmez. Sınıfta Kur’an’ı yüzünden okuturken arada bir aşka gelir, nefis sesiyle ve kıraatiyle Kur’an okurdu. Çok mutlu olurduk bizler de. Arada kızsın aşka gelsin okusun isterdik hep. O küçücük dev adamın çok güçlü bir sesi vardı. Zannederdiniz ki Muhammed Ali gibi bir doksan yedilik bir devden çıkıyor o ses. Duvarlar sallanırdı adeta Sadettin Hoca’nın sesinden.    

Ben bu lakabı Sadettin Hocamızın güçlü gür sesinden aldığını sandım yıllarca. Ama bir meslektaşından öğrendim gerçeği. Meğer Hâfız Sadettin Kolbasar Hocamız meslektaşlarının, hâfızlığın onurunu yeterince taşımadıkları teşhisiyle çok kızar eleştirir ve sık sık bağırırmış: ‘Küllü hâfizun çatlakun vel patlakunnn.’ Manası: ‘Bütün hâfızlar patlak ve patlaktır.’

Sen misin hâfizlar çatlaktır diyen. Lakabı yapıştırıvermiş öğrenciler: Çatlak Sadettin!

Saç Düşmanı Bir Tarihçi: Kel Hayati

İmam-Hatipler o yıllarda disiplin demekti. En disiplinli okullar demekti. Kırk sene sonra, diğer liseler arasında şöhreti hâlâ öyle midir, bilmiyorum.

Okulun Disiplin Kurulu Başkanı Mustafa Karabulut hocamızdı. Nedense hep disiplin kurulu başkanları meslekçilerdendi (Kur’an-Arapça hocası olurlardı). Ve onlar da öğrenciye şefkat anlayış çözüm önerme yerine, ilk kusurunda dayak atar falakaya çekerlerdi. Falaka dediysem ayakkabıyı çıkarttırıp öğrencinin ayak tabanına beş altı kez sopayla vuruyordu. Karabulut’un bunu yaptığını gözümle gördüm ben. Falakasını yemedim ama.

Ama hemen her sabah öğrenci giriş kapısında, ortadan biraz uzunca boylu kırk yaşlarında beyaz tenli düzgün giyimli hep tıraşlı dep durağan hep sakin ama avını kaçırmamak için gözlerini dört açmış bir atmacayı andıran biri duruyordu: Tarih hocamız Hendekli Hayati Eşme.

Kimseyi dövdüğünü göremezdik. Konuştuğunu hakaret ettiğini de. Ama iki şey yapardı sadece: Kravatınız yoksa numaranızı alır disipline verir, saçını azıcık uzamışsa kulağınıza değiyorsa biraz, elindeki makasla alnınızdan başınızın arkasına kadar tren yolu açardı. Gezebilirsen gez artık öyle! Bu infaza muhatap olan öğrenciler de ilk teneffüste en yakındaki berberin yolunu tutardı. Bir kişi istisna: Selahaddin Şimşek. ‘Böyle tren yolu kesilmiş başla dolaşmaya utanmıyor musun?’ diye soranlara, ‘ben ne utanacağım, kesenler utansın’ diye cevaplayacaktı.

İşin ilginci, -sonraki yıllarda İnönü Caddesi’ndeki evimizin karşısında Ozan Kırtasiye’yi işletecek ve yakın dostum, sevdiğim ağabeyim olacak olan – Hayati Hocanın başında tek tel saç yoktu. Sanki usturayla kesilmişçesine dökülmüştü saçları.

Öğrenci bu. İntikamını bırakır mı? Saç kesişini hocamızın ‘saç kıskançlığına’ verecek ve okul tarihinin en acı intikamlarından birini alacaktı, ona lakap takarak: Kel Hayati.

Ve daha da ilginç bir şey sana ey okur: Okul hayatımız boyunca hiçbir hocanın resmi adı soyadını kullanan öğretci görmedim ben: Çatlak aşağı, kel hayati yukarı, danyal topatan aşağı, kıl vasıf yukarı.

Haftaya: Kıl Vasıf, Samsun Burhanettin, Evlat Sezai, Kuşbeyinli Fahrettin, Aslanım Halil