Şumnu deyince Cüneyd Suavi (Prof.Dr.Şükrü Şumnu) gelir benim aklıma ilkin. “Hayatın İçinden” gelir, yüzlerce hikâye gelir, ‘Yeşil Elbise’ gelir, ‘Doktor’ gelir.

Cüneyd Suavi’nin ağabeyi İbrahim Erdinç Şumnu gelir. Şiirleri, besteleri, tarihî yazıları gelir.

Şumnu denince Tarkan gelir, Tarkan’ın çizeri Sezgin Burak gelir. Tarkan’ın serüvenleri gelir. Türklük gelir. Şumnuların halaoğludur rahmetli Sezgin Burak çünkü.

İki Şumnu ile Sezgin Burak’ın dedeleri Şumnu göçmenidir zira.

Yeryüzünde kimsenin yenemediği, sporun da tarihin de mertliğin de yüz akı Koca Yusuf gelir aklıma. Şumnu’nun Karalar Köyü’ndendir o büyük pehlivan. Kaytan bıyığı (Osmanlı bıyığı mı desek), özgüvenle kararlılığın harmanlandığı duruşu, ‘benden büyük Allah var, O Allah’a eğilirim sadece’ diye haykıran bakışları gelir Koca Yusuf’umuzun.

Kurtdereli Mehmet Pehlivan gelir aklıma. Mertliğin yiğitliğin vatanperverliğin kitabını yazan adamdır. O da Şumnuludur, Deliormanlıdır.

Medrese’tün-Nüvvab gelir. Nüvvab Mektebi / Şumnu İlahiyat Lisesi gelir. 1922 gelir, Müslüman Türklerin bulduğu çözüm gelir. Oradan yetişen yüzlerce Türk aydını arasında İstanbulluları kürsü kürsü yıllarca aydınlatan Ahmet Davutoğlu Hocaefendi gelir.

Tombul Camii gelir aklıma benim en çok Şumnu denince. Kara mizahtır aslında adı camiinin. 1744 yılında Şerif Halil Paşa tarafından yaptırılmıştır. Bulgaristan’da kalan az sayıdaki camiler arasında - hiç tartışmasız – Filibe’deki Muradiye Camii’nden sonra – Balkanların en büyük camiidir. Şişmanca bir adam olan Şerif Halil Paşa’dan mı alır adını, yoksa tombulca bir görünüm çizen kubbesinden mi, bilinmez; halk Tombul Camii der çıkar senelerdir. Ve otuz üç camimizden, son yüz elli yıldır önce Romen sonra da Bulgar egemenliği nedeniyle ayakta kalabilen tek camidir şehirde. Ki, Şumnu Kuzey Bulgaristan’ın yani Deliorman Bölgesinin ilim irfan ve tasavvuf merkeziydi, son beş asrında Osmanlı’nın.

Tombul Camii’nin ana girişinde, silinmeye yüz tutmuş, yarı var yarı yok, hem tarihten hem gönülden silinmiş, kapının sağındaki Allah, solundaki Muhammed hat yazıları gelir benim aklıma Şumnu denilince.

Edirnekâri ahşap işlemeleri gelir aklıma Şumnu Tombul Camii denince. Girilmeye girilmeye, görülmeye görülmeye, bakılmaya bakılmaya yok olmaya yüz tutmuş, rengi solmuş Edirnekârileri gelir camiin.

Sultan İkinci Abdülhamit’in bütün bir Osmanlı coğrafyasına armağanı, Şumnu Saat Kulesi gelir aklıma, ‘sizin zamanınız geçti, saate ne hacet’ manasında artık saati doğru göstermese de. 

Dik, dimdik sarp bir kalesi vardır. Çıkınız; oradan Şumnu’yu seyre doyulmaz güzelliktedir, hiç abartısız.

Kalenin kendisi de eşsiz güzelliktedir. Gerçi Rusların, Komünist dönemi Şumnu’suna – güya- armağanı çirkin ve kaba bir abideler bütünü vardır ya. Her kültür kendi özelliğini yansıtacaktır; başka ne beklenebilir ki. Rölyefleri heykelleri gelir kalenin aklıma.

Şumnu Kalesi denilince,  Razgrat kökenli Şair Adem Turan’ın hakem ve cazgırlığında Yanbolu kökenli Şair Rıdvan Canım ile tuttuğumuz ve bir türlü yeniş(tiril)emediğimiz güreşler gelir. Masal âleminde midir o güreşler, yoksa hayal âleminde midir, gerçek midir; Ademciğimin bir ‘yalaza ustalığı’nda şairane anlatımıyla zihnimizde bıraktığı enfes enstantaneler gelir.

Sırtını kaleye dayamış, ayaklarını ovaya uzatmış, sarışın muhacir yüzlü torunlarını etrafına toplamış onlara – ille de sonu hep göçle biten – hüzünlü masallar anlatan yetmiş beşlik bir dede gelir gözümün önüne benim, ne zaman Şumnu dese birisi.

Sibel Cenap gelir, inci bakışlı kardeşi (ben ona ablası derim) İnci kızımız gelir. Anneanneleri gelir bütün ciddiliği sevimliliği ve toparlayıcılığıyla. Özlem Tevfikova gelir. Özlem’den yola çıkarak, yüzünde gözünde bakışlarında bin bir hüzün inkisar hayal kırıklığı okunan Türk gençleri gelir.  Emine Halil gelir, Menent Şükriyeva gelir, “Biz” gelir.

Siz gelir, biz gelir, bizsiz siz gelir.

Göz alabildiğince ova gelir, göz alabildiğince yeşil gelir, göz alabildiğinde bereket gelir Şumnu denince benim aklıma.

Babaannemin işlediği uçkur gelir aklıma, anneannemim ördüğü yün çoraplar gelir aklıma, annemin dokuduğu çözme kumaşlar gelir aklıma, İzmit türküsünün ‘kişi sevdiğine çevre bağışlar’ dediği rengarenk çevreler gelir aklıma Şumnu denince. Neden mi, bir bir ayrı ayrı hepsini de gittim bizzat gördüm efendim; neredeyse tıpatıp bizimkilerle aynılar.

Allı güllü pembeli şalvarlı entarili genç kızlar, karalı beyazlı cepkenli zeybek oynayan genç erkekler gelir aklıma Şumnu deyince benim.

Şumnu denince ova gelir, bereket gelir, bolluk gelir.

Yanık bir türkü gelir aklıma içli içli.

Hüzün gelir hazan gelir sonbahar gelir.

Göç gelir, göçler gelir, göçmekler gelir.

Fonda Şükriye Tutkun’un buğulu sesinden, buram buram dağılan hüzün huzmeli bir yağmur:

Telgırafın tellerinden haber var mıdır? 
Ne haber var ne mektup var kalmışım öksüz 

Doğru söyle göçmen kızı annen var mıdır 
Ne annem var ne babam var kalmışım öksüz 
Sen bir öksüz ben bir garip alayım seni 
Alayımda gurbet elde sarayım seni 

Evet evet; Şumnu bir göçmen kızı kalbi taşımaktadır.

Şumnu: Bir Göçmen Türküsünden arta kalan hüzün sağanağıdır bizim için.

Hüzün sağanağı.

Hüzün sığınağı hatta.