George Orwell, 1948 yılında yazdığı ve distopik bir gelecek kurguladığı 1984 adlı romanında, milletlerin dil yıkımıyla çökertildiği, özgürlüğü ifade eden kelimelerin sözlüklerden çıkartıldığı, düşünce polislerinin olduğu bir dünyayı anlatır. Bu dünyada kadın ve erkek artık tam olarak eşitlenmiş, böyle bir ayrım kalmamıştır. Sadece izin verilen sloganlarla iletişim kuran fakat birbirini anlamayan, anlaşamayan, isimlerle değil numaralarla tanımlanan insanların oluşturduğu topluluklar ortaya çıkmıştır. Yurttaşlar dev ekranlarla ve “büyük birader seni gözlüyor” sloganı ile gözetlenmekte, kullanılan kelime sayısı en aza indirgendiği için çok gerekmedikçe konuşulmamaktadır.

Aşk, sevgi, sanat, iyilik ve güzellik gibi soyut kelimeler ve kavramlar ortadan kaldırılmıştır. Amaç, insan topluluklarını istenildiği gibi güdülecek sürüler haline getirmektir. Romanda elbette sisteme direnen bir kahraman var fakat sonunda sistemin bir parçası olmaktan o da kurtulamıyor.

Romanın yazıldığı tarihten önceki zamanlarda ve bu güne kadar geçen süre zarfında milletlerin dil yıkımı ile çökertilmesine yönelik çalışmalar olmuştur ve olmaya devam etmektedir. Bu yıkım ve çökertme çalışmalarının özellikle ülkemize ve Türkçemize yönelik olanları bir kitabı kapsayacak düzeyde olduğundan, bu yazımızda geçmişten ve günümüzden bazı örneklerle yetineceğiz.

MEB tarafından orta öğretimde tavsiye edilen 100 eser uygulamasını bilirsiniz. (Listesini çıkartıp sizin ve çocuklarınızın bu listeden kaç tanesini okuduğunuza yönelik bir inceleme yapmanızı tavsiye ederim.) Bu listede yer alan, “öğretmen, veli, öğrenci” üçlüsünün mutlaka okuması gerektiğine inandığım Nihad Sami Banarlı’nın TÜRKÇENİN SIRLARI isimli kitabında şu tespitler dikkat çekmektedir:

“Son yıllarda yanlış ve metodsuz dil tutumları ve dilde tamamıyla uydurmacayı kullanan bir zümre ortaya çıkmıştır. Milletimizin ve milliyetimizin dayandığı her mukaddes temeli yıkmak isteyen bu ihanet şebekesinin, yıkılmasına yardım ettiği milli değerlerimizin başında aziz Türkçemiz vardır. Türk milleti neden birbirinin dilini anlamayan hatta birbirinin dilinden nefret eden zümreler haline getirilmiştir? ”

Okul yıllarında hepimize dert olan Divan Edebiyatının, aslında günümüz Plaza Türkçesinden daha Türkçe olduğunu ben de TÜRKÇENİN SIRLARI kitabını okuyunca anlamıştım. Divan edebiyatının en büyük şairi Fuzuli’yi Türk şairi olarak kabul etmeyen ve şiirlerini farsça ve arapça yazdığını iddia edenlerin ona iftira attığını ve sadece büyük bir şair, kudretli bir alim ve büyük bir mütefekkir değil, aynı zamanda samimi bir Türk dili milliyetçisi olduğunu da öğrenmiştim. Başka dillerde eserlerinin olması o dilleri de en üst seviyede eserler verebilecek kadar iyi bilmesinden kaynaklanıyordu. “Beni candan usandırdı, cefadan yar usanmaz mı? Felekler yandı ahımdan, muradım şem’i yanmaz mı?” mısralarında olduğu gibi, kullandığı dil halk diline yakın, dönemi olan 15.yüzyıldaki divan şairlerine göre daha sade ve bugün bile anlaşılır bir Türkçedir.

1972 yılında yazılan TÜRKÇENİN SIRLARI’nda bahsedilen Türkçemize yönelik yanlış tutumlar, günümüzde artarak devam etmektedir.

En başta gelen sorun şudur ki; Üniversite bitiren öğrencilerimiz bile 16 yıllık tahsil hayatı boyunca Türkçe öğrenemeden mezun oluyorlar. Bir dilekçe yazamayan üniversite mezunları ile ilgili çok fazla örneğe bizzat şahit oldum. Kendi dilini iyi öğrenemeyen birisine yabancı dili öğretmek de zorlaşıyor. Bu yüzden olsa gerek yabancı dil öğrenimi de 16 yıllık okul hayatında istenilen seviyede gerçekleşmiyor. Merhum Ord. Prof. Dr. Ali Fuat Başgil uzun zaman önce “Batı ülkeleri özellikle milli dil konusunda gayet hassas ve titizdir. Bir genç okulda, her şeyden önce memleketinin dilini mükemmel bir şekilde öğrenir. Bu bakımdan bizim okullarımızın geriliğini düşünürsek üzülmemek elde değildir.” diyerek konuya dikkat çekmiştir. Avrupa ülkelerinde çoğunluğun yabancı dil bildiği fakat asla çok gerekmedikçe kendi dilleri dışındaki bir dili konuşmadıklarını da ekleyelim.

Diğer bir sorun Türkçemizde yeterince kelime varken bir duyguyu bir düşünceyi yabancı bir kelime ile sınırlamak. Bu konuda ilk akla gelen örnek stres kelimesi. Tedirginlik, üzüntü, keder, bunalmak, daralmak, korkmak, ümitsiz olmak, gam, hüzün, kahır, efkar, tasa, dert, elem ve bunun gibi daha bir çok duyguyu sadece stres ile ifade etmek bizim “anlatamayan ve anlaşamayan bireyler” olmamıza neden oluyor.

Olmadık yerlerde kullanılan kelimelerden biri de yaratmak kelimesi. Bu kelimeyi de, üretmek, oluşturmak, geliştirmek, bulmak, ortaya çıkarmak, yenilik yapmak ve bunun gibi daha birçok kelimenin yerine kullanma tuhaflığına maalesef gittikçe alışıyoruz. Bazı markaların cep telefonlarında, yine bazı bilgisayar programlarında yeni kişi yarat, yeni dosya yarat ifadeleri bile yer alıyor. Konserlerde alkışların galeyanına gelen ve “beni sizler yarattınız” diyen şarkıcılara zaten çoktan alışmıştık.

Sorunlardan bir diğeri Türkçeleşememiş ve dilimizde eğreti duran yabancı kelimelerin ısrarla kullanılmasıdır. Bunun verdiği zararı PLAZA DİLİ gibi tuhaflıklarda daha net görebiliyoruz:

-Saat 2’ye toplantı set ediyor olacağım / - Arkadaşlar bunu handle edebilecek miyiz?

-Müşterilerden gelen feedbackleri değerlendirelim /- Yeni bir schedule ayarlamamız lazım

-Siz assignment’larinizi print ederken ben front desk ile meeting’de olacağım

Söz Türkçeden açılır da Yunus Emre’yi anmamak olmaz. “Emojilerin yükselişi ve kelimelerin olmadığı bir dünyaya doğru” başlıklı yazımızda da değinmiştik; 2021 yılı “Yunus Emre ve Türkçe yılı” olarak ilan edildi. Bizim Yunus’un saf ve samimi bir Türkçe ile ve Türk vezin, şekil ve kafiyelerle söylediği ilahiler, 13.asırda, Anadoluda Türkçenin şahlanışına ve asıl dil olmasına vesile olmuş, bir daha da yabancı bir dilin egemenliği söz konusu olamamıştır.

“Ölen beden imiş, aşıklar ölmez” diyen Yunus Emre bu sözünü 700 yılı aşkın süredir tazeliğini koruyan dizeleriyle bize kanıtlıyor ve şu mısra ile de bizi kendimiz olmaya, kendi dilimize sahip çıkmaya ve asıl cevheri içimizde aramaya davet ediyor ve diyor ki:

Süleyman kuş dilin bilir dediler, Süleyman var Süleyman’dan içerü

HÜSEYİN BURAK UÇAR