Evrende akıl almaz bir büyüklük söz konusu. Güneşimiz 1 milyon 300 bin adet dünya ediyor. İçinde bulunduğumuz Samanyolu galaksisinde yaklaşık 200 milyar güneş (yıldız) olduğu belirtiliyor. 200 milyar güneş sadece bizim galakside. Oysa bu büyüklükte bir galaksiden de en az iki yüz milyar adet daha var. Evrendeki yıldız sayısının dünyadaki kum tanelerinden daha fazla olduğunu hesaplayan çalışmalar yapılmış. (BBC NEWS)
Samanyolu galaksisi içinde dünyamızın kapladığı alan belki bir toz tanesi kadar. Evrende bir yıldızın kapladığı alan, dünyadaki bir kum tanesinin kapladığı alan kadar bile etmiyorsa varın siz dünyanın evrende kapladığı alanı düşünün. Nerede ise yok hükmünde. 
Tam bu nokta da aklınıza “bu yok hükmündeki bir alanda bir insanın kapladığı yer ne kadar” diye can sıkıcı bir soru gelebilir. Oysa biz bu sorunun cevabını bulmak, evrenle ilgili büyüklükleri ve dünyayı ne kadar doğru algıladığımız konusuna kafa yormak yerine, dünya hayatını olduğundan farklı zannetmeyi tercih ederiz. 
Sadece biz değil birazdan bahsedeceğimiz hikayedeki karıncaların durumu da bizden farklı değil. 
Onlar da bakın hayatlarını ne zanlarla yaşıyorlar:
Filibeli Ahmet Hilmi’nin “Amak-ı Hayal” - “Hayalin Derinliklerinde” romanında geçiyor hikayemiz. 
200 sayfalık bu eserin, dört sayfalık bir bölümünde, kahramanımız bir karınca hayatı yaşamaya başlar. 
Kendisi beden olarak bir karınca bedenine bürünmüştür ve algıları da bir karıncanınkine eşitlenmiş haldedir. 
Fakat olaylara insan gözü ile de bakabilmektedir. Kendisini, kalabalık bir bilgin karınca gurubu ile birlikte müthiş ve açıklanamayan doğa olaylarının olduğu, karıncaların “tuhaf arazi” ismini verdikleri bir yerde, bu olayların sebepleri hakkında bilimsel araştırma yaparken bulur. 
Gerçekten de hava gayet aydınlık iken, ortalık birden kararır ve gökten çok sıcak bir sel boşalmaya başlar. 
Birçok bilgin karınca bu selde can verir. Kahramanımız da olaya şahit olmuş ve adeta gökten bir sel akıyor olmasına ve üstelik çok sıcak olmasına o da çok şaşırmıştır. Birden aklına, olaya insan gözü ile bakabildiği gelir. 
O zaman gördükleri karşısında kendini kahkahalarla gülmekten alamaz. Çünkü “tuhaf arazi” dedikleri yer, iki tarafında mağazalar olan Napoli taşlarıyla döşenmiş geniş bir caddedir. Karıncaların bu cadde üzerinde araştırma yapmak için karargah kurdukları yer, aynı zamanda bir at arabasının bekleme yeridir. Sel gibi yağan sıcak yağmurun sebebi ise, bu at arabasına koşulmuş atların yaptığı dışkılamadır.
Sağ kalan bilgin karıncalar, şehirlerine döndüklerinde rapora şunu yazarlar:
“Tuhaf Arazide, öyle güçlü bir mıknatıs ve elektrik gücü var ki ara sıra birdenbire şiddetlenerek havayı yoğunlaştırıyor. Küçük bir arıza ile o bulutlardan tufan gibi seller boşanıyor.”
…..
Elbette dünyadaki tüm canlılardan bize bahşedilen üstün özelliklerimiz ve aklımız ile ayrılıyoruz. 
Fakat evrenin büyüklüğü içerisinde kapladığımız alanı bilmemize rağmen acizliğimizi idrak edemiyor ve yaptığımız hatalardan, zulümlerden ve böbürlenmekten kendimizi alıkoyamıyoruz. 
Mevlana “Kendini küçük görmeyi bırak. Sen yürüyen evrensin” derken, varoluş sebebini hayvanlarla aynı şeyleri yapmaktan, yani “yemek, içmek ve üremek”ten ibaret sanan ve kendisine bahşedilen üstün özellikleri kullanmayıp heba eden insanlara sesleniyor. 
Muhiddin-i Arabi de bu durumu “Küçük insan, büyük alemin bir minyatürüdür ve o büyük alemin bütün hakikatlerini bünyesinde toplamaktadır.” şeklinde ifade ediyor. 
Gerçekten de son araştırmalar göstermiştir ki, insanın hücrelerine inildikçe sanki evrende ilerliyormuşuz gibi düşündüren görüntülere ulaşılmaktadır. Bu gerçekleri idrak edebildiğimiz ölçüde hem haddimizi - sınırlarımızı bilebilir, hem üstün özelliklerimizi fark edebiliriz. Yoksa dünyada her yıl, açlıktan ve savaşlardan ölen, zulüm gören yüzbinlerce çocuk, milyonlarca insan varken, “aya turistik seyahat” yapabilecek olmamızla, evrenin oluşumunu araştırmak için “CERN”de 27 km uzunluğunda bir makine yapmış olmamızla ve “Ölümsüz İnsan 2.0” konusundaki gelişmelerle gurur duymamız, Mevlana’nın “Kendini küçük görme; Sen yürüyen evrensin” sözünü yanlış anlamış olduğumuzu gösterir. 
Çünkü asıl kendisi muhtemelen “yürüyen bir evren” olmayı başarmış olmasına rağmen, “o kadar yazarsın, o kadar okursun, ne bilirsin?” diye sorulduğunda şu muhteşem cevabı veriyor:
- Haddimi bilirim!