Geçen hafta Cuma akşamı TV 264’te katıldığım bir sohbette yer yer alıntılar yaptığım özdeyiş ustası, bu şehrin yetiştirdiği en değerli düşünce adamlarından biri merhum Selahattin Şimşek’in (Ş.) kaleme aldığı ve bugüne kadar etkilendiğim en harika “Peygamber” konulu yazısını, sevgili Orhan Öztürk paylaşmış…

Ben de onu Bizim Bahçe’nin tiryakileri ile paylaşayım istedim… Hazırsanız, buyurun okuyalım…

“İnsanlar O’na (sav) benzesinler diye yaratılmıştır!” Ş.

Hayatı ve ölümü öğreten… Ölmeden önce ölen… Öldükten sonra ölmeyen peygamber!

Kimi yendiyse, yenilmiş gibi değil, kazanmış gibi hissetti. Kime emrettiyse, emir almış gibi değil, paylaşmış gibi hissetti.

Parmaklarından sular akardı... Yumuşak elleri vardı… Sadece dostluklara, yardımlara, kurtarmaya uzanan… Bir yudum suyu, şükranla, ırmaklar içer gibi içtiğinden sahabileri, sular, parmaklarından akmak, akmak, akmak istediler. Yürüyünce, dağlar yürürdü…

Kararlı adımları vardı… Hakikati yüklenmiş adımlar… Sadece, Rabbine… Sonra sadece yoksullara, yalnızlara, terkedilmişlere yöneldiğinden...

Sıradağları arkadaşları yaslansın diye sırtına yüklendiğinden… Dağlar, sıra sıra yanında durmak istediler.

Başında bulutlar beklerdi… Açık bir alnı vardı… Göğsü genişletilmişti… Sadece, pınarlara, mezarlara, çocuklara eğildiğinden… Yeryüzüne secde için eğildiğinden… Başka da eğilmediğinden…

Bulutlar, saçlarına karışmak istediler.

Yeryüzünde gitmedik yer bırakmadı. Hicret etmediği Medine… Fethetmediği Mekke kalmadı. Hicreti ve fethi birleştirip Kudüs yaptı. Yeryüzüne neden gönderildiğini bildiğinden… Öz yerine gitti. Kainatın zirvesine, sidrenin ilerisine… Arş-ı ala’ya…

 En sevgilinin huzuruna vardı. Senin yerine… Benim yerime… Yeryüzü yerine…

Gökyüzüne gitti.

O’na (sav) çölden kelimelerle yaklaştılar... Kumdan kelimelerle... Kızgın kelimelerle... Bir seraptan söz eder gibi söz ettiler O’ndan... Bir insandan söz eder gibi söz etmediler. Saygı, sevmeyi perdeledi...

Sevgi, hürmeti örseledi...

Alnında kabaran o ahlak damarını görmedik bazen… Zulme rıza gösterdik. Göğsünde tüten o aşk buhurunu unuttuk bazen… Zulmettik. Kılıcının kalbine ne kadar yakın durduğunu bilmedik.

Kılıcını kın diye kalbine yerleştirdiğini görmedik. Kan dökülmesin diye… Gözyaşı dökülmesin diye… Kanından ve gözyaşından… Merhamet merhamet… Rahmet damladığını fark etmedik.

Kalbi kırılmayan… Yetim kalmayan...

Aşık olmayan... Açlık çekmeyen... Yokluk çekmeyen… Yurdundan sürgün edilmeyen...

Arkadaşının kabri başında ağlamayan... Evladının kabri başında içi parçalanmayan… İhtiyarlamayan... Evi, çocukları, damadı, torunları, akrabaları, dostları yokmuş gibi... Duyguları yokmuş gibi.

Kırmızı giydiğini, beyaz giydiğini, siyah giydiğini... Parlak saçlarına sürmek için özel bir yağ hazırladığını...

Mekke’nin fethinden sonra bile vücuduna izi çıkan sert bir hasırda uyuduğunu... Önce arkadaşlarının iyiliğini düşündüğünü...

Savaşın en zorlu anlarında Hz. Hamza’nın ve Hz. Ali’nin onun arkasında nefeslendiğini…

Şefkatli, merhametli ve gözü yaşlı olduğunu… İlme hürmet ettiğini… Hikmete saygı duyduğunu…

Her sözünde durduğunu… Hz. Hatice ölene kadar tek eşli olarak yaşadığını...

Krallara, Allah adına mektuplar yazdığını...

Dünyalık hiç bir zenginlik aramadığını ve bırakmadığını… Namazı ve güzel kokuyu sevdiğini...

Neyi varsa paylaştığını…

Evinde günlerce birkaç hurmadan başka yiyeceği bulunmadığını…

Açlıktan karnına taş bağladığını… Hz. Hasan’la rükuya eğildiğini…

Hz. Hüseyin’le secdeden kalktığını… Hasta olduklarında eşlerinin saçlarını okşadığını... Çok ibadet eden arkadaşına “Evine git, hanımının ve çocuklarının sende hakları var” dediğini...

Cübbesini halasının ve bir de şairin altına serdiğini... Eteklerinde uyuyan bir kediyi uyandırmamak için hırkasını kesip öyle kalktığını…

Hz. Fatıma ne zaman yanına gelse ayağa kalktığını… Nerede cenaze görse, bir yahudiye ait olsa bile, ayağa kalktığını... İnkarın ve zulmün karşısında dimdik ayağa kalktığını… Güzel konuştuğunu...

Kime döndüyse bütün cephesiyle döndüğünü... Kimseyle alay etmediğini… Göçmeden evvel dünyalık en son iş olarak tertemiz dişlerini temizlediğini...

Kabe’nin anahtarlarını Hz. Ali’den alıp “Burayı o biliyor” diye eskiden kimdeyse yine ona verdiğini... Yağmurda yürüdüğünü... Çölde yürüdüğünü… Küfre karşı dosdoğru yürüdüğünü…

Kaybetmeyi gördüğünü…

Kazanmayı gördüğünü…

Dünyayı gördüğünü...

Cenneti ve cehennemi gördüğünü…

Düşünmedik. Duyduk… Ve unuttuk.

Allah, Allah’la aramızda ne varsa kaldırdı... Sadece peygamberi bıraktı!

Peygamberden başka biri olmadığından…

Peygamberden başka birine gerek olmadığından. Peygamberden başka bir gerçek olmadığından...

Hercü merc olduğunda da arş-ı ala ile ruy-i zemin… Şefaat eyle Muhammed Mustafa Aleyhissalatü Vesselam…

Sadık ül vaad ül Emin.

“Göklere giden yolu bulmak isteyenler Allah’ın elçisinin (sav) yerdeki ayak izlerini takip etsin!” Ş.

Ş. (Mehmed Selahaddin Şimşek, 1953-1994)

Sanırım söyleyecek başka bir söz yoktur…

Gül kokulu çiçekler gitsin istedik Bizim Bahçe’den bütün okuyucularımıza…