Herkesin bir şehri vardır öyle değil mi? Kimileri için İstanbul, kimileri içinse Paris, Londra veya Prag vazgeçilmezdir. Bazısı New York’u kendi şehri benimser, bir başkası İzmir veya Kazablanka’yı. Hep farklı gerekçelerle sever, yakınlık duyarız şehirlere de. Bazen mimarisi ön plana çıkar: köprüleri, katedralleri, kuleleri… Ya da camileri, bedestenleri, çeşmeleri… Kimi zaman doğal güzelliklerine vuruluruz bir şehrin, mesela bir denize kıyısı olması veya içinden bir nehir geçmesi gibi. Geniş, düzenli yolları ve kaldırımları; saygılı, uygar sakinleriyle kendi halinde bir kent tam yaşanacak yerdir bazılarımız için.

Denizi olmayan şehirde duramam ben, diyenler, tıpkı Yahya Kemal gibi Ankara’nın en çok İstanbul’a dönüşünü sevedursun, İstanbul’un denizine ne kadar aşinadırlar acaba? Kaç çeşit balık sayabilirler mesela o denizde yaşayan? Boğazın efsanelerini merak etmişler midir hiç? Ya Haliç’e neden Altın Boynuz dendiğini? Bacasından dumanlar çıkararak bir o yakaya bir bu yakaya seğirten vapurları seyretmesi hoştur da, o vapurların isimlerini bilirler mi ki?

Elbette, herkesin şehri farklı. Peki ya Sakarya kimin şehridir acaba? Ne ifade eder Sakarya’da yaşamak?

Her şeyden önce, Sakarya’nın aslında Adapazarı olduğunu bilenlerin şehridir Sakarya. Hatta Sait Faik’in öyküsünde bir kahramanına söylettiği “Adamın Adabazar demesinden gerçek Adapazarlı olduğunu anlamıştım” cümlesindeki gibi, hemşehriyi sezebilme kabiliyeti de ister Sakaryalı olmak.

Şemsiyeli Park’ı, Uzun Çarşı’yı, Çark Caddesi’ni bilmek yetmez; Serdivan tepesine çıkacaksınız ama önce Faik Baysal’ın Sarduvan’ını okumuş olarak! Faik Baysal kim mi? Sakaryalı bir İstanbul beyefendisi! Hayır, çelişki yok, çünkü bu şehir İstanbul’a sadece futbolcu yetiştirip göndermedi; yazarlarıyla, sanatçılarıyla da besledi İstanbul’u.

Yeniyetme, kırılgan, aklı havada Sait Faik, sonradan o müthiş duyarlılığını besleyecek çocuk nazarlarıyla etrafına bakarak yürüdü Adapazarı’nın sokaklarında, belki misket oynadı veya ayakkabısının burnuyla topa vurup azar işitti kereste tüccarı babasından. Bursa’ya gitti geldi, daha büyümüş, delikanlı haliyle ve cebinde bir “ipekli mendille”gezindi Arnavut kaldırımlı sokaklarında şehrinin. İstanbul’a gitti geldi, bu kez olgun bir yazar halinde, Baudelaire nasıl dolaştıysa Paris’in pasajlarında, o da öyle dolaştı Adapazarı’nın köşe bucağını. Meserret Otel’i, Beşköprü’yü, Sakarya nehrini, “çınarlarına kargaların üşüştüğü memleket”ini yazdı; kendi şehrini sayfalara, dünyaya taşıdı iki “ada”lı yazar! Öyleyse Sait Faik’i bilenlerin, okuyanların şehridir Sakarya.

Bir nehir şehre ne katar? Sakarya nehri Adapazarı’na çok şey kattı. Çark Deresi, Beşköprü, Sakarya Köprüsü bir yana; bugün bir Necip Fazıl’ı da bilmek, onun eşsiz Sakarya Türküsü’nü zaman zaman kendiliğinden söyleyivermektir Sakarya’da yaşamak. Nehrin suyuna bakarken, Necip Fazıl’ın “Hani Yunus Emre ki kıyında gezerdi” dizesini hatırlamaktır. Yunus’un dostça okşadığı, abdest aldığı suları taşımadı mı Sakarya nehri? Öyleyse, Yunus’un da pekâlâ hemşehrimiz olduğuna sevinmektir Sakarya’da yaşamak.

Bulvarında bir uçtan diğer uca, dudaklarının arasında bir uzun Samsun, etrafında talebeleri, kardeşleriyle yürüyen bir şehir dervişinin, özdeyiş yazarı Selahaddin Şimşek’in hatırasını iliklerinde hissetmek, sırf o hatıranın güzelliği ve değeri için bu şehre saygı göstermektir Sakarya’da yaşamak!

Yenicami’de kıldığın bir ikindi namazının ardından, yolunu bilerek uzatıp eskiden Ali Koka Bozacısı’nın, Asmaaltı kahvesinin olduğu yerden geçmek; kulaklarında bir çeyrek asır öncesine ait, demli çaylar eşliğinde yapılan siyasi münakaşaların veya edebi sohbetlerin uğultusuyla Erenler’e doğru ağır ağır yürümektir bazen Sakarya’da yaşamak.

Şimdi duyduğumuz küspe kokularından çok, o hoş, bayıltıcı leylak ve manolya kokulu evlerin bahçelerinde, kim bilir kaç çocuk hülyalarıyla yaşadı, büyüdü; küçük bir şehrin sokaklarına, caddelerine sığdıramadı kendi kocaman hayallerini, aşklarını, fikirlerini diye düşünerek hayıflanmak, içlenmek ve sonra büyük yazar, büyük sanatçı, büyük adam olmak için büyük şehirde yetişmek gerekmediğini, kendi kalbini, zihnini büyütmek gerektiğini anlayarak tebessüm etmek; işte burası da senin şehrin, tıpkı şu büfeden gazete alan amcanın, bankada sıra bekleyen emekli teyzenin, karnı acıktığı için ıslama köfteciye giren alnı sivilceli delikanlıların, birazdan eve geç kaldığı için annesinden azar işitecek genç kızın… Hepsinin hepsinin olduğu gibi, ister kal, ister git; ister söv ister sev, buranın bir parçası olduğunu ve şehrin de artık senin bir parçan haline geldiğini fark etmektir Sakarya’da yaşamak.

Kavafis’in şiirindeki gibi, bazen arkandan gelir bu şehir! Kopamazsın, kaçamazsın ondan. Kaderin o şehirle bütünleşiktir, değiştiremezsin. Dörtyol’dan otobüse binip daha başını koltuğa yaslar yaslamaz uyuduğun yahut henüz on kilometre bile gitmeden mide bulantısıyla kıvranır halde annene babana seyahati burnundan getirdiğin zamanlar geride kalsa da hâlâ o çocuğun ruhuyla şehirden ayrılıp sonra tekrar gelmek istersin bazen. Özlersin çünkü… Şehrini, parçanı, kendini özlersin! Şehir arkandan gelmez her zaman, sen şehrine dönersin!

Geçmişini unutmayan ama geleceğe de her ne olursa olsun umutla bakmayı bilenlerin; yazarları, şairleri ve sanatçılarıyla, burada yaşamış ve yaşamakta olan, buraya değer katan herkesle; kuşları, ağaçları, gölleri ve dağlarıyla, kendi yaptığımız çirkinlikleri saymazsak, güzel şehir be kardeşim, dedirten bütün zenginlikleriyle Adapazarı’nı yani Sakarya’yı solumaktır Sakarya’da yaşamak.

(Sakarya’nın, şehrimizin gazetesi Yeni Sakarya’da bundan böyle her çarşamba yazacak olmamın sevincini yaşıyorum. Buna vesile olan değerli genel yayın yönetmenimiz Zeki Aydıntepe’ye, editörümüz Ahsen Özkılıç’a ve gazetenin köşe yazarlarından Cihat Zafer’e teşekkürlerimi sunarım.)