Yahya Bakır’a konuşan İnşaat Mühendisleri Odası Başkanı Hüsnü Gürpınar “Bu şehirde doğdum, büyüdüm. Hayatımı, bu şehirde idame ettiriyorum. Allah ömür verdiği müddetçe de bu şehirde yaşayacağım. Hemşerilerimizle birlikte şehir merkezinde nefes alabileceğimiz yeşil alanlar oluşturmak için hep birlikte mücadeleler vermeli, şehrimizi sahiplenerek gelecek nesillere daha yaşanılabilir bir hayat miras bırakmak adına elimizden geleni yapmalıyız.” dedi.

Yahya Bakır: Hüsnü Gürpınar’ı tanımak isteriz.

Hüsnü Gürpınar: 15 Nisan 1959 yılında Kayrancık’ta dünyaya geldim. Çocukluğum, Ozanlar Mahallesi’nde geçti. İlkokulu, Büyük Gazi İlkokulu’nda; ortaokulu, Ozanlar Ortaokulu’nda, Liseyi Ali Dilmen Lisesi’nde ve Yüksek Okulu da Ozanlar’da Akademi’de okudum ve büyük bir tesadüftür ki ortaokulu ve üniversiteyi aynı sırada okudum. Hayatımın büyük bir bölümünü Ozanlar’da geçirdim. Kendimi bildim bileli şehirdeyim böylece 1970’lerden itibaren şehir tarihine tanıklık etme fırsatım oldu.

Y.B- Nasıl bir çocukluk geçirdiniz?

H.G- Bizim çocukluk yıllarımız şu anki gençlerden biraz farklıydı. Çocukluğumda yaz tatillerinde çalışırdım. İlkokul yıllarımda yaz aylarında camilerdeki Kuran kurslarına giderdim, ortaokuldan itibaren yaz aylarında çalışmaya başladım. 70’li yıllarda uzun çarşıda Asmaaltı kahvesinin karşısında Selami Savaş’ın Akşam Haberleri gazetesinin basıldığı yer vardı. Gazete saat 17.00 civarlarında basımdan çıkardı ve biz, öğlene kadar gidip kaç gazete alacağımıza dair kayıt yaptırırdık ve 40-50 çocuk gün boyunca o gazeteleri satardık. Günde 50 gazete satabiliyordum. Bizden büyükler vardı ve 100-150 gazete satarlardı. Bölge bölge gazete satıyorduk. Bizim yaşımız küçük olduğu için her semte girip gazete satamıyorduk, genellikle büyükler Yeni Cami’ye gidiyordu. Gazeteleri 10 krş’a alıp 15 krş’a satıyorduk. Günde 5 liralık gazete alıyorduk ve kazancımız 7,5 lira oluyordu. Yaz tatili boyunca gazete satıp eğitim masraflarımızı çıkarırdık. Hiç unutmuyorum, gazetelerin manşetlerini sokaklarda bağırarak, gazeteleri satıyorduk. Özellikle cinayet haberleri olduğunda “Yazıyor, yazıyor, cinayeti yazıyor.” diye bağırırdım. Güzel zamanlar geçirdiğime inanıyorum. Benim hayatım, hakikaten çalışarak geçti. 1974 yılında lise birden, lise ikiye geçtiğimde ilk defa Şeker Fabrikası Pancar Muhasebesinde sigortalı oldum ve ileride çok büyük faydalarını gördüm. 1999 yılında da emekli oldum.

Y.B- Lise yıllarınız nasıldı?

H.G- Lise yıllarımda fırsat buldukça mahalle aralarında futbol oynuyorduk. 1970’li yıllarda şehrimizde Atatürk Lisesi, Adapazarı Lisesi, Ali Dilmen Lisesi, Ticaret Lisesi, Sanat Okulu, İmam Hatip Lisesi ve Ozanlar Lisesi vardı. İyi bir talebeydim, derslerim gayet iyiydi. O yıllarda modern eğitim başlamıştı. Ali Dilmen Lisesi de bu anlamda deneme lisesiydi. Deneme lisesi olması vesilesiyle de ortaokulu Ozanlar’da okumuş olmama rağmen Ali Dilmen Lisesi’ni tercih ettim. Burada okuduğum yıllar gerçekten efsaneydi. 30 kişilik sınıfımızda 25 kişi, kursa gitmeden üniversiteyi kazandı. Ben de onlardan biriydim. 1976 yılında üniversite sınavına girdiğimde İstanbul’u kazanmıştım. Babam devlet memuruydu. İstanbul’da hem maddi imkanlardan hem de terör olaylarından dolayı okuyamayacağımı söyledi. Tekrar üniversite sınavına girdim ve 1977 yılında tek tercihim olan Sakarya Devlet Mimarlık Mühendislik Akademisi’ni kazandım. Aynı zamanda 1976 yılında da Trakya Birlik’te Muhasebe Memuru olarak çalışmaya da başlamıştım. Üniversite hayatım çalışarak geçti. İş hayatına hiç ara vermedim. Hem okulu hem çalışma hayatını bir arada sürdürdüm. Hocalar, Akademi’ye İstanbul’dan geldiği ve Teknik Üniversite’nin hocaları olduğu için Cumartesi, Pazar okul vardı. Hafta içi tatillerimiz oluyordu, bu sayede okulu ve işi bir arada idare ettim ve 1982 yılına kadar bu şekilde devam ettim.

Y.B- Üniversite sonrasında çalışma hayatınız nasıl devam etti? Y.B- Küçük yaştan itibaren ve hayatınızın her döneminde çalışmanız sizi, ezdi mi yoksa tam tersine daha özgüvenli bir hale mi geldiniz?

H.G- Çocukluğumda, çalışmaya başlamadan önce içe kapanık bir insandım. Unkapanı’ndaki Akkoç İş Hanı’nın üst katında ayakkabı imalatçıları vardı. Orada çalışıyordum, ilk ustam Sebahattin Usta’ydı. Kendimizden büyük insanların olduğu yerlerde bulunduğumuzda ister istemez bir özgüven oluşuyor. Ayakkabıları bir yerden bir yere götürürken de sosyal diyaloglarım artıyordu dolayısıyla küçük yaşta çalışmak hayatımda olumlu etkiler bıraktı. Günümüzde çocuklar, üniversiteyi bitiriyor ancak hayatın içerisine karışamıyor, topluma entegre olamıyor, sosyalleşemiyor ve bu konularda büyük sıkıntılar çekiyorlar. Örnek vermek gerekirse İnşaat Mühendisi, üniversite mezunu arkadaşlar geliyorlar, bize dertlerini bir şekilde anlatıyor ancak bunları kâğıda dökmesini istediğimizde nasıl dökeceğini bilmiyorlar.  İlkokula giderken postaneye giderdik, bir taahhütlü mektup nasıl gönderilir, yerinde görürdük ya da bir dilekçe nasıl yazılır öğrenirdik. Şu an üniversite mezunu arkadaşlarımız dilekçe yazmakta dahi sıkıntı çekiyor. Toplum içinde örf, adet, gelenek, nasıl hareket etmemiz gerekli bunlar erken yaşta çalışmakla, hayata erken başlamakla daha kolay öğreniliyor bu yüzden bunların sıkıntısını hiçbir zaman yaşamadım.

Y.B- Üniversite sonrasında çalışma hayatınız nasıl devam etti?

H.G- Üniversite bittikten sonra Trakya Birlik’in Genel Müdürü bana, “Seni, Tekirdağ alacağım.” dedi Tekirdağ’da da birliğin 500 dönümlük bir arazi vardı ve bu araziye bir fabrika inşaatı yapılacaktı. Genel müdürümüz de beni bu inşaat için 1982 yılında Tekirdağ’a tayin etti. 1982 yılından 1990 yılına kadar Trakya Birlik bünyesinde İnşaat Mühendisi olarak ilk etapta şantiyede Saha Mühendisi, İnşaat Emlak Şefi, en sonunda da İnşaat Emlak Müdürü olarak görevlerde bulundum. 1990 yılında Genel Müdür işten ayrılınca ben de işten ayrıldım. Şu anda 500 dönümlük arazi üzerine yapılan Trakya Birlik’in tesisleri Türkiye’deki ilk 500 sanayi yatırımının içindedir. Orada, sıfırdan bir fabrika ve fabrikanın sosyal tesisleri, lojmanlarını inşa ettik. Eğer küçük yaşta çalışmaya başlamasaydım. Bu fırsatlar karşıma çıkmazdı ve böylesine değerli bir işin parçası olamazdım. Bazı arkadaşlarımız mezun olduktan sonra iş bulma konusunda sıkıntılar yaşadı, farklı sektörlere yönelmek zorunda kaldı. Benim, hiç böyle sıkıntılarım olmadı. Sonrasında 1982 yılının aralık ayında Polatlı Topçu Okuluna Yedek Subay olmak üzere askerlik görevimi yapmak için gittim. 4 ay orada kaldıktan sonra Erzincan’a geçtim. Askerliğimi Erzincan’da yaptığım için çok memnunum. Bu sayede doğuyu görmüş oldum ve oradaki insanların samimiyetlerini tanıma fırsatım oldu. Orada çok güzel vakitler geçirdim.

Y.B- Sakarya’ya dönüşünüz nasıl gerçekleşti?

H.G- 1990 yılında 8 yıllık bir gurbet sonrasında Sakarya’ya döndüm. Sakarya’ya döndükten sonra kendi iş yerimi açtım ve serbest mühendislik ve taahhüt işleri yapmaya başladım. Proje ve kamuda ufak tefek işlerle başladım. 2003 yılına kadar proje bürosu özel ve kamu taahhüt işleri yaptım. 2003 yılında kamu ihale yasasında bir değişiklik oldu.  4734 Sayılı Kamu İhale Yasası’nın amacına uygun bir şekilde uygulanamaması sebebiyle kamu taahhüt işerini bıraktım. Bir projeyi alıp, kendimize göre bir metraj çalışması yapıp, bir maliyet çıkarıp fiyat veriyorduk ancak girdiğimiz bütün ihalelerde hep sondan ikinci, üçüncü olduk dolayısıyla bir iş alma şansı olmayınca 1990 yılından itibaren yap sat işleriyle uğraştım.

Y.B- Şehrimizde, gördüğünüzde sevindiğiniz ve bir parçası olmaktan mutlu olduğunuz bir yapı var mı?

H.G- Meslek lisesinin mobilya atölyesi, şehrimizdeki ilk çelik yapılardan birinin örneğidir. 1999 depremine kadar ilimizde çelik yapı üretimine gerekli önem verilmemişti. Betonarme prefabrik sanayi yapıları da depremde kötü bir sınav verince çelik yapıya karşı bir yönelim oldu fakat bu yönelme çok bilinçli değildi. O günkü şartlarda ben de dahil olmak üzere ilimizde çelik yapıların projesini sağlıklı bir şekilde yapabilecek yetkinlikte mühendis arkadaşlar yoktu. Bu işin projesini il dışından çelik yapılar konusunda yetkin gördüğümüz bir arkadaşa yaptırdık. Projenin sahada uygulamasını da biz yaptık. Proje süresince ağır imalat ve profillerden yaptığımız için eleştiri aldık. Daha hafif çeliklerle yapabilirsiniz söylemleri oldu ancak sonrasında bizim yaptığımız şeklin en doğrusu olduğunu, aynı dönemde yine Erenler’de hafif çelik yapılardan yapılan bir binanın zaman içinde kar yüküyle yıkıldığını gördük ve bizim yaptığımız binada bir sıkıntı olmadı. Bu sayede de bizim işimizin değeri ortaya çıktı.

Y.B- Şehrimizde çok büyük etkiler bırakan 1999 depremini nasıl değerlendiriyorsunuz? Deprem riski olan bir bölgede yaşıyoruz, olası bir depremin şehrimiz üzerindeki etkileri neler olacaktır?

H.G- Öncelikle şunu unutmamak gerekir. Ülkemizin %95’i deprem bölgesinde, bunun ötesinde şehrimiz Kuzey Anadolu Fay Hattı’nın kavşak noktasında bulunmakta bu yüzden de 25-30 yılda bir depremle karşılaşmamız büyük olasılık taşır.  Depremi önleme şansına sahip değiliz ancak depremde meydana gelecek can ve mal kayıplarını azaltmak elimizde. Depreme yönelik hazırlık anlamında sıkıntılarımız var. Deprem için hazırlık yapmalıyız ve bu hazırlıklar; deprem öncesi, deprem sırasında ve deprem sonrasında yapılacak hazırlıklar şeklinde olmalıdır ancak bizim, inşaat mühendisleri olarak üzerinde durduğumuz nokta deprem öncesi yapılacak hazırlıklardır. Tabii ki deprem meydana geldikten sonra yapılacak hazırlıklar da önemlidir ancak ağırlık olarak deprem öncesinde yapılacak hazırlıklar üzerinde durulmalıdır. Örnek verecek olursak deprem öncesinde yapacağımız hazırlıklara harcayacağımız maliyet 1 liraysa deprem sonrasında yapacağımız maliyetler 7 liraya kadar yükselecektir dolayısıyla depremden önceki yapacağımız hazırlıkların daha çok üzerinde durmalıyız. Bu hazırlıklar da güvenli yapılar inşa etmek ve mevcut yapı stoğumuzu da güvenli hale getirmektir. Deprem öldürmüyor ancak binalar öldürüyor, öldüren binalar da çürük binalar. Mevcut yapı stoğumuzu güvenli hale getirip bundan sonra yapacaklarımızı da güvenli bir şekilde inşa etmeliyiz. 1999 depremini az hasarlı ya da hasarlı bir şekilde atlatmış, kayıtlara hasarsız şekilde işlenen mevcut yapı stoğumuz var. Bu yapı stoğu da şu anki yürürlükte bulunan deprem yönetmeliğimizin istediği güveni sağlamıyor dolayısıyla tüm bunlar karşımıza potansiyel bir tehlike olarak çıkıyor. Önümüzdeki tarihlerde meydana gelebilecek bir depremde bu yapı stoğunun oluşturabileceği hasarları kimse tahmin edemez. İlerisi için potansiyel tehlikeleri ortadan kaldırmamız gerek.

Y.B- 1999 sonrasındaki yapılaşmanın deprem yönetmeliğine uygun olduğunu düşünüyor musunuz? Olası bir depremde bu yapılar, güvenli bir tablo içerisinde yer almamızı sağlıyor mu?

H.G- 1999 yılından sonra yapılan yapılarda genel olarak baktığımızda fazla bir sıkıntı yok ancak özel olarak baktığımızda rahatsız olduğumuz yapılar var. Biz, bu rahatsızlıkları tüm ruhsat veren ilçe belediyelerine bildirdik. Bu yapılara ruhsat verilmemesi üzerine uyarılarda bulunduk. Bu tür yapılar da asmolen döşeme dediğimiz binalardır. Bunlar; çerçeve sistemi, normal kolon-kiriş sistemi olmayan, daha küçük kirişlerle yatay yüklerin taşındığı bir sistemdir. Asmolen yapılar, depremde istenilen güvenliği sağlamıyor. Bizim bölgemizde asmolen yapılara müsaade edilmemelidir. 1999 yılından 2013 yılına kadar bu tür binalar yapılmadı çünkü 2013’e kadar İnşaat Mühendisleri Odası olarak proje kontrolü yapıyorduk. Proje kontrolü yaparken hiçbir şekilde bu asmolen yapılara müsaade etmiyorduk. 2013’te bürokrasiyi azaltmak adı altında çıkarılan yönetmeliklerle bizim, proje kontrolleri yapmamızın önüne geçildi dolayısıyla 2013’ten sonra asmolen yapılar yavaş yavaş şehrin gündemine girdi.

Y.B- Sizin şehrimizde yapılaşma ve yeşil alanları koruma ile ilgili çalışmalar yaptığınızı biliyoruz. Gar Meydanı’nın önündeki yıkılan binaların yeniden yapılmaması ve buranın yeşil alan olarak kalması, şehrin nefes alması için mücadelelerde bulundunuz. Bu mücadeleleri verirken kendinizi şehrin neresinde görüyorsunuz?

H.G- Şehir adına yaptığım mücadelelerde altında tamamen şehrin sakini değil, şehrin sahibi olma içgüdüsü yatıyor. Bu şehirde doğdum, büyüdüm. Hayatımı, bu şehirde idame ettiriyorum. Allah ömür verdiği müddetçe de bu şehirde yaşayacağım, gidecek başka bir yerim yok. Şehrimizi sahiplenerek gelecek nesillere miras olarak daha yaşanılabilir bir hayat bırakmak adına elimden ne gelirse yapacağım. Gar Meydanı konusuna gelince de bugün orada 600-700 tane iş yerine ihtiyaç olunmadığını herkes biliyor ancak 600-700 tane iş yeri yapılması için çalışmalar yürütülüyordu. Biz de bu konuda belirli bir mücadeleye girdik. Basın ve vatandaşlarımız bizim yanımızda yer aldı ve akabinde bu olay da yargıdan istediğimiz şekilde döndü. Eğer biz, Gar Meydanı ve eski stadyum alanının imara açılmasıyla ilgili yargı yoluna gitmeseydik, şu an her ikisinde de yapılaşmalar olacaktı ve kamunun kullandığı, nefes aldığı yerler olmayacaktı. Büyükşehiriz diyoruz ancak büyükşehir olmak, cazibe merkezlerini daha hareketli hale getirmek anlamına gelmiyor. Büyükşehir olmak, şehirde farklı cazibe merkezleri yaratabilmektir. Şehrimizde, zaten birçok cazibe merkezi var. Bizim bu cazibe merkezlerini daha öteye taşımak yerine insanlarımıza farklı yerlerde, farklı cazibe merkezleri oluşturmamız daha faydalı olacaktır.

Y.B- Kendinizi siyasetçilere rakip olarak görüyor musunuz?

H.G- Hayır kesinlikle kendimi siyasetçilere rakip olarak görmüyorum. Bizim şehir için yaptıklarımız, tamamen teknik ve bilimsel çalışmaların ışığında, doğru işlerin yapılmasına öncülük etmektir. Biz, bu şehirde yüksek katlı bina yapılmasın demiyoruz ancak yüksek katlı bir bina yapılacaksa projelendirilmesi; tekniğin istediği şekilde, projenin başında yapılsın ve proje bu yönde ilerlesin şeklindedir ancak iki katlı projelendirilen bir yapıya proje başladıktan sonra 3-4 kat çıkılmasına karşıyız. Nitekim 1999 depreminde yaşadığımız problemlerden bir tanesi de buydu. Bir bina projelendirilirken nasıl kullanılacaksa o şekilde projelendirilir ve inşaatı da bu şekilde tamamlanır ve kullanılır. Bir binanın yıkılması tek bir sebebe bağlı değildir. Binanın, sağlam ve güvenli olması, proje aşamasında deprem zemin etüdünden proje yapım sürecine, kullanımı da dahil olmak üzere bu süreçlerin her birinin en sağlıklı şekilde yürütülmesiyle gerçekleşir. 1999 depreminden sonra üzerinde durduğumuz sorunlardan birisi de binaların periyodik kontrollerinin yapılması gerektiği hususudur. Şöyle ki binayı yürürlükteki yönetmeliklere göre güvenli bir şekilde inşa ettik ancak binayı tüketiciye verdikten sonra tüketici zaman içinde bu binanın içerisinde tadilatlar yapıyor. Bu tadilatların bilinçli yapılabilmesi adına binaların periyodik kontrollerinin yapılması şart.  Bilinçsiz tadilatlar yapıldığında binanın taşıyıcı sistemi ile oynanıyor ve binaların taşıyıcı sistemi ile oynanınca depremde yatay bir yük geldiğinde o binada hasar meydana geliyor. Buna örnek verecek olursak; 1999 depreminde Belediye İş Han’ı vardı ve Belediye İş Hanı’nın altında kuyumcular çalışıyordu. Eskiden kuyumcular vitrinlerini elle sererlerdi ve akşamları yine elle toplarlardı. Teknolojiyle birlikte asansör sistemi devreye girdi ve bu asansör sistemleri kurulurken Belediye İş Hanı’nda hem temelde hem taşıyıcı sistemde oynamalar yapıldı. Bu yüzden de Belediye İş Hanı depremde olduğu gibi çöktü yani hiç sünek hareket etmedi. Bir yapının depremde hasar görmemesi için binanın normal şartlarda sünek hareket etmesi, sağa sola gitmesi ve yıkılmayıp ayakta kalmasıdır ancak Belediye İş Hanı en ufak bir yatay harekette çöktü. Bunun sebebi de binanın taşıyıcı sisteminde yapılan oynamalardır. Eğer deprem gece meydana gelmeseydi, orada çok fazla can kaybı yaşanabilirdi.  Buna benzer yanlış tadilatların önüne geçmek için binaların periyodik kontrollerinin yapılması gerekli. Özellikle altı iş yeri olan yapılarda işyerleri sektöre göre değişiklik gösterebiliyor, bu değişiklikler yapılırken de tadilatlar oluyor. Tüm bu değişikliklerin kontroller altında yapılması lazım. 2011 yılında Van depreminden sonra yapılan yasayla birlikte afet riski altındaki alanların dönüştürülmesi üzere projeler yapılmaktadır. Bizim bölgemiz için afet riski altındaki alanların dönüştürülmesi üzerine yapılacak projelerde, birinci öncelik olarak deprem riski gözetilmelidir. Risk oluşturacak binaların hepsi tek tek elden geçirilmeli. Binaların problemleri birbirlerinden farklı olabilir. Çözüm yolları da buna binaen farklılık gösterebilir. Binaların sorunlarını bazen kat alımıyla çözebilirken bazen de bu sorunları güçlendirmeyle çözebiliriz ya da binayı komple yıkarak sorunu ortadan kaldırabiliriz.

Y.B- Yenikent bölgesinin doğru bir tercih olduğunu düşünüyor musunuz?

H.G- Yenikent bölgesinin yanlış bir tercih olduğunu düşünmüyorum ancak ilk etapta deprem sonrası imajı biraz kötü oldu. Keşke, orada ilk etapta insanların günlük ihtiyaçlarını ve ulaşımlarını karşılayacak bir şekilde yapılaşma olsaydı, daha farklı olurdu. Bölge olarak baktığımızda kötü bir tercih değil. En azından burası, birinci sınıf bir tarım alanı değil. Tarım alanlarını gelecek nesillere bırakmamız gerek gelecekte su savaşları yapılacak. İleride sıkıntıların yaşanmaması adına problemleri ortadan kaldırmamız gerekiyor ancak biz önce problemi, kendimiz yaratıyor sonrasında problemi çözmeye uğraşıyoruz. Problemleri yaratmadan problemleri çözmek için çaba sarf edelim. Şehir merkezinde, gerekli altyapılar yapılmadan projelere başlıyoruz ve sonrasında problemler çıkmaya başlıyor ve daha sonrasında da oturup bu problemleri çözmeye çalışıyoruz. Binalar yıkılmadan tedbirini almak daha kolay, yıkıldıktan sonra harcayacağımız emek ve can kayıpları çok daha fazla olacaktır.

Y.B- Hüsnü Gürpınar’ın çalışma prensipleri ve olmazsa olmazları nelerdir?

H.G- Hayalperest bir insan değilim elbette ki hayaller kuruyorum ancak gerçekleştirebileceğim hayallerin peşinden koşmaya dikkat ediyorum. İş hayatımda da daima açık sözlü olmayı ve net bir duruş sergilemeye özen gösteriyorum. 1990’lı yıllarda bir kooperatif furyası vardı neticede biz de bir kooperatif kurduk. Üyelerimiz gelip bu yapı ne zaman biter dediklerinde, o gün için söylüyorum. 300 TL aidat alınıyor ve 300 TL aidat 1 m² inşaatın maliyetiyse bu aidatla; 120 m² bir daire, 120 aydan önce bitmez. 120 ayda 10 seneye tekabül ediyor. Biz, bunu olduğu gibi üyelerimize anlatıyorduk. Tam karşımızda da 300 TL aidatla 3 senede bitireceğiz şeklinde ilanlar çıkıyordu. Tabii ki insanlar da buraları tercih ediyordu. Ben hiçbir zaman 3 senede 5 senede bitireceğiz, deyip sonrasında bu lafların altında ezilmemek için kimseye olmayacak vaatlerde bulunmadım.

Y.B- Şadi Tanış ile yıllar süren bir dostluğunuz var, bu dostluğun böyle kuvvetli temeller üzerine kurulu olmasının dayanağı nedir?

H.G- Şadi Bey ile yollarımız üniversitede kesişti. 4 yıl birlikte üniversite okuduk akabinde büyük bir şanstır ki 4 ay da birlikte askerlik yaptık ve bugüne bakınca da 1977 yılından beri neredeyse yarım asır süren bir dostluğumuz var. Şadi bey, daima gerçekleri söyleyen, cömert bir kişiliğe sahip. Zekâ göstergesi, ince espriler yaparak insanlara sık sık tebessüm ettirir. Ticari ahlakı çok düzgün. Tanıyanlar bilir ki; Şadi Bey, inşaat malzemeleri ticareti yapıyor ve deprem sonrasında inşaat malzemelerinin çoğu karaborsada satılmasına rağmen Şadi Bey, asla böyle bir şey yapmadı. O zamanlar sergilediği bu duruş çok erdemliydi ve Şadi Bey, her zaman için paradan önce esnaflığı önceleyen birisi oldu. İnşaat Mühendisleri Odası’nda da şehrimiz adına birlikte mücadeleler veriyoruz.

Y.B- Çok teşekkür ediyoruz, kolaylıklar diliyoruz.

H.G- Ben teşekkür ediyorum.

Editör: Haber Merkezi