Birçok güzel dostu hayatımıza sokmasıyla ayrı sevdiğimiz Veysel Karafilik’in armağanıdır Metin Aşoğlu bana.Bin dokuz yüz seksen sekiz yılında tanıştırmıştı Ankara Caddesi’nin sağ başındaki bir işhanının dördüncü katındaki ofisinde bizi. Kırk yaşlarında var yok (biz de Veysel’le o zamanlar yirmi yedi, yirmi sekizlerimizdeyiz) uzun upuzun boylu, temiz tertemiz yüzlü, bakışları beceri kokan, güven veren bir ağabey izlenimi vermişti ilk görüşümde bana. O zamanlardaki adıyla Adapazarı Merkez Ortaokulu Resim-İş öğretmeniymiş.

Nazik adam kibar adam sabırlı adamdı Metin Aşoğlu; tane tane konuşan, mükrim (ikram sever) misafirperver adamdı. İşine çok titiz olduğu hemen dikkati çekiyordu. Ve estetik düşkünüydü. Ressamlığı olduğu da kesindi. Zira çok ince, çok incelmiş, çok estetik bir göze sahipti.

Tanışmamızın üzerinden otuz yıla yakın süre geçmiş; içinde onun ve benim yakın dostumuz, ödüllerine ve eserlerine eşdeğer gönül adamı Osman Suroğlu’nun da bulunduğu yahut tanıklık ettiği yüzlerce güzel anı hâtıra anekdot… Kitap yazılır tek başın kitap.

O mülayim güleç sevimli yüzünün ve sesinin altında ne muzip ve mizahî bir adam olduğunu yakın dostları bilebilir ancak Metin Aşoğlu’nun.

Asil adamdır Metin Aşoğlu; duruşu giyinişi yürüyüşü asildir; asil zarif rakik.

Bir ayağıyla geleneklerine ölesiye bağlı, diğer ayağıyla yeni yenilikçi çağdaş adamdır.

Adapazarı Belediyesi ve Sakarya Büyükşehir Belediyesi’nde 1996-2009 arası, dokuz yılı kültür müdürü, beş yılı kültür işleri daire başkanı olarak dolu dolu on dört yıl görev yapmak kısmet oldu bana, rabbime şükürler olsun. Bu sürede hemen tamamını Faruk Şişman kardeşimle beraber, yılda yirmi beş, on dört yılda üç yüz – üç yüz elli kadar sanat sergisi organizasyonu gerçekleştirmiştik. Malumuâliniz, ülkemizde deşehrimizde de sergilerde pek tablo satın alınmaz; eh işte: Bir iki üç, belki beş altı. Serginin tamamı? Nerede…

Ama bunun tek istisnasına Metin Aşoğlu’nda şahit olduk biz. 1997 yılında, o zamanki yeri ve adıyla ASM’de karakalem resim sergisi açmıştık Metin Aşoğlu’na. Çok titiz çok zarif çok ince çalışma ürünüydü resim tabloları. O günün fiyatlarıyla da iyi rakamlar yazmıştı üzerlerine Metin Ağbi; örneğin her sergide ortalama 25-400 arasındaysa eserler, onunkinde 500-750 lira civarındaydı. Serginin açılış saatine doğru uzun boylu güzle giyimli, Kafkas yüzlü edepli saygılı kravatlı şahıslar çoğalmaya başladılar, salonumuzda. Birkaç dakika sonra da otuz beş kadar eserin sağ alt köşelerine ‘satılmıştır’ etiketleri asılıyordu hemen. Üstelik satın alanın adını soyadını dayazarak. Ne güzeldi, eserler daha açılışı bile yapılmadan bir bir satılıyordu. Çocuklar gibi sevinçliydik Faruk’la ikimiz. ‘Acaba Adapazarı kabuk mu değiştiriyor, bir devrime mi şahit oluyoruz?’ duyguları içerisinde. Hatta Metin Ağbi bir ara bana yaklaştı, kulağıma eğildi ‘Fahri’ciğim biri Aziz başkana diğeri kendine, tükenmeden beğendiğin iki tane seçiver, sizlere armağan etmek istiyorum’ dedi. Zor bela iki tanesini ‘resim alma galeyanı’ndaki ziyaretçilerin elinden kurtarabildik. Velhasıl bu güzel sergi, eserlerin zarifliği ve güzelliği kadar, ‘Adapazarı’nda üç yüz elli sergi içerisinde eserlerin tamamı hem de yarım saat içerisinde satılan ilk ve tek sergi’ olarak şehir tarihine geçti. Şehir efsanesi olarak tarihteki yerini aldı.

Aradan yıllar geçti; kendisi bir gün bile okula gitmese de, sosyoloji biliminin adını duymasa da gerçek bir sosyolog, gerçek bir halk filozofu olan ve 1975’ten bu yana Adapazarı’nda Orhan Camii’nde müezzinlik yapan ‘Yaşayan Nasreddin Hoca’ lakaplı Hâfız Hasan Çolak’tan bir Adapazarı atasözünü duyar olduk sık sık: ‘Laz’la şaka yapma anlamaz vurur; Gürcü ile komşu olma her sene iki adım sınırı senin tarafa kaydırır; Abaza Çerkez’le alış veriş yapma ödemez; Manav’a (Türk’e) sırrını verme, ‘söylemiycedim emme, sen yabancı değilsin’ der söyler.’ Bunu duydukça benim aklıma Metin Aşoğlu’nun meşhur sergisi gelmeye başladı; ‘Acaba tabloların parası ödenmiş miydi?’ diye…

Derken bir gün Uzunçarşı’dan yukarıya doğru giderken Gümrükönü başında Metin Ağbi ile karşılaştık. Her zamanki gibi sarıldık, hoş beş. Aklıma üzerinden on beş sene kadar geçen o ‘meşhur sergi’ geldi; sormadan edemedim: ‘Ağbi, hani senin, daha açılmadan yarım saat içinde bütün eserlerin satıldığı bir sergin vardı ya, karakalem sergisi…O gün resimleri satın alanlar paralarını ödemişler miydi?’ Metin Ağbi, her zamanki edebi terbiyesi ahlakıyla durdu düşündü sıkıldı bir şey de diyemedi: ‘Biz onları hediye saydık’ dedi, kendince çıktı işin içinden…Yüz ifadesine bakılırsa, Hâfız Hasan Çolak’ın tekerlemesi yine doğru çıkmıştı.

Bir nevi akademilerimin nüvesi özü başı olan sanat atölyelerini başlatacaktık 2008’de, Büyükşehir olarak. Karikatürü Osman Suroğlu’na, fotoğrafı Fatih Gürsel’e vermiştik. Hat dersini Mehmet Memiş, ebruyu Şükran Yılgın verecekti. Yazarlık atölyemizin başına da şair Fatma Çolak’ı getirmiştik; o da A. Ali Ural’ın birikimlerinden yola çıkarak, güzel bir program ve doğru isimler tespit etmişti ders verecek. Yetenekli gençlere sanat eğitimi verecek bu projede resim dersini kim vermeliydi peki? Aklıma ilk olarak Metin Aşoğlu geldi. Hem ressamhem resim eğimine çeyrek asrını vermiş deneyimli bir isim hem de gençlere konuşma edep saygıda örnek olacak doğru bir isimdi. Aradım, görüştük, sağ olsun kabul etti. Neyse bütün atölyelerde kursları başlattık. Bir hafta iki hafta… bir ay iki ay; iyi de gidiyordu her şey. Gençler memnundu, dolayısıyla biz de. Derken bir gün Metin Aşoğlu çıkageldi; her zamanki nezaket saygı ve zarafetiyle konuştu: ‘Fahri’ciğim beni bağışla. Ben kurs hocalığıma devam edemeyeceğim…’Şaşırmıştım. ‘Acaba kurum veya yöneticiler olarak biz - bilmeden, istemeden - bir saygısızlık bir yanlışlık bir kusur mu işlemiştik?..’Üzülmüştüm de; gayrı ihtiyarı sordum: ‘Mesele nedir ağbi? Bizden bir yanlışlık mı gördün?’ ‘Hayır, senden de personelinden de kursiyerlerden de çok memnunum ama görevimi lâyıkıyla yerine getiremiyorum; beni bu görevden affediver…’  ‘Nasıl yani ağbi?’ dedim.  Gerekçesini anlatı: ‘Biliyorsun ben Abhaz’ım. Bizim neredeyse her gün bir iki cenazemiz oluyor. Biz de cenazeler çok çok önemlidir. Cenazeye katılmamak çok büyük bir ayıptır. Ben bu kursa başladığımdan bu yana kaç cenazeye katılamadığımı bilebilsen. Bu ayıbın üzüntüsü içime oturdu; artık dayanamayacağım. Cenazelere katılamadığım için affımı istiyorum. Yerime de Rasim Soylu kardeşimi öneriyorum…’Evet; bizim için haftada on beş günde bir olan cenaze, Abhazlar için neredeyse günlük hayatın olağan rükünlerindendi ve Metin Aşoğlu da ‘katılamamaktan mustarip’ti. Neticede, çok sevdiğimiz ağabeyimizin, istemeye istemeye, istediğini uygulamak zorunda kalmıştık zahir.

Peki hayatımızı şehrimizi dünyamızı güzelleştiren Ressam Metin Aşoğlu gerçekte kimdi?

Kendisinden dinleyelim: ‘Biz Abazalarda sülale isimleri çok çok önemlidir. Ve isimden önce gelir; önce sülale ismi söylenir, sonra kendi ismi. Ben Aşba Metin’im meselâ. Eşim JanhaSümran. Biz Abazalarda evlenince bayanın soyadı değişmez; eşim kendisini Aşba değil JanhaSümran olarak tanıtır. Söylemesi ayıp kendileri de Kafkasya günlerimizdeki kralımızın sülalesinden gelmektedir. Ben de sık sık ona ‘kraliçem’ diye hitap ederim zaten.

Ben Hendek Soğuksu’dan Aşba Cafer’in ikisi kız biri erkek, üç çocuğunun en küçüğüyüm.

Büyüklerimiz Kafkasya’nın Cigerda bölgesinden 1868 yılında önce Hendek Sivritepe’ye, otuz beş sene kadar sonra da Hendek Soğuksu’ya yerleşmişler. Soğuksu yetiştirdiği ünlü isimlerle bilinir. Ünlü reis’ül-kurra Hâfız Abdurrahman Gürses, Beşiktaş’ın efsane başkanı Süleyman Seba, ülke çapında birçok organizasyonlar gerçekleştirmiş Organizatör Hamdi Özarutan, NATO müteahhidi Mithat Arutan ilk aklıma gelen isimler.

Dedem Aşba Mahir’in çocuklarına gelince:Aşba Cafer’in oğlu benim. Aşba Ziya’nın oğulları Adapazarı’mızın sevilen sayılan işadamları mühendislerinden Yaşar ve Recep Aşoğlu’dur.Aşba Şakir’in oğlu Zeki’nin oğlu Erkut Aşoğlu, yine şehrimizde iyi bilinen isimlerdendir.

Ben 1948 yılında Soğuksu’da doğmuşum.  İlkokulu 1960 yılında köyümde bitirdim. Üç yıllık Adapazarı Merkez Ortaokulu’nu ise 1965 senesinde bitirebildim. Her iki sene tarih ve coğrafyadan ikmale kalarak iki sene kaybettim. Sonra 1969’da Bolu Erkek Öğretmen Okulu’ndan mezun olarak sınıf öğretmenliğine başladım. İki sene Düzce Cumayeri’nde sınıf öğretmenliği yaptım. Sonra o günkü adıyla İstanbul Atatürk Eğitim Enstitüsü, bugünkü adıyla Marmara Üniversitesi Eğitim Fakültesi Resim-İş Öğretmenliği Bölümünü bitirip yedek subay olarak Kıbrıs’ta askerliğimi tamamladım. Sene 1974. Kıbrıs Barış Harekatı’nın hemen sonrasındaki günlerde. Askerlik sonrası kısa süre Samsun Kavak Yaşar Doğu Lisesi’nde Resim-iş öğretmenliği, ardından 1976 -1979 arası üç yıla yakın Adapazarı Arifiye Ortaokulu’nun müdürlüğünü üstlendim. Bu sırada 7.7.1978’de JanhaSümran ile hayatımı birleştirdim. Kırk yıla yaklaşan bu mutlu evliliğimden bana Rabbim İngilizce öğretmeni Tuba, Makine mühendisi Turgay ve Mekatronik mühendisi Talha adlarında üç güzel evlat nasip etti. Ünlü fotoğraf sanatçımız, şehrimizin en değerli simalarından Hüsnü Gürsel Hocamız 1979’da Adapazarı Merkez Ortaokulu’nda Resim-iş öğretmenliğinden emekli olunca, onun yerine o göreve ben atandım. Çok sevdiğim hocam dostum ağabeyim, Allah nur içinde yatırsın Hüsnü Gürsel ile halef selef olmak şerefine nail oldum. 1997 yılına kadar Merkez Ortaokulu’nda bildiklerimi gençlerimize öğretmeye çalıştım. 25 yıl yedi aylık görevimin ardından 1997’de emekli oldum.

Resim yeteneğimi Soğuksu İlkokulu’nda dördüncü sınıfta keşfettim. Öğretmenim değil ama ben kendi kendimi keşfettim. Sıra arkadaşım Cavit Toz’un defterinde insan suretleri gördüm. ‘Bunları ben de yaparım, verir misin bu akşam defterini bana’ dedim. Vermedi Cavit. Ben de söğüt kömürüyle o gece, aklımda kaldığı kadarıyla insan suretlerini defterime çizdim. Ertesi gün defterimi gören Cavit gürültü kopardı: ’Gizli gizli kopya çektin defterimden’ diye, yemin billah ettim, sınıf öğretmenimiz gürültümüze geldi, meseleyi dinledi. Baktı inceledi. Hafızamda kaldığıyla çizmiştim, yüzde 90 aynıydı. Öğretmenim bana hak verdi, ‘Aferin Metin’ dedi ama bir daha da resimlerimle ilgilenmedi. Ortaokulda resim dersim on üzerinden altıydı hep; sınıf arkadaşım tıp doktoru Osman Kenan Kahyaoğlu resim ödevlerini hep bana çizdirirdi. O on alırdı ben kendiminkinden altı. Ortaokulda biraz resme küsmüştüm doğrusu. Beni asıl keşfeden Bolu Erkek Öğretmen Okulu’ndaki Resim-iş öğretmenimMehmet Özet’tir. İlk dersinde bizlere natürmort bir resim çizdirdi. Sıcak soğuk renkleri güzel dengelemiştim. Beni hemen Resim Çalışma Grubu’na aldı. O günden itibaren resmimi geliştirdim. Bugüne kadar sekiz kişisel sergi açtım.

 Diğer yandan ben birçok enstrümanı iyi çalarım; en iyi de akordion ve bağlamayı. Amatörce birçok konserler verdiğim pek bilinmez. Bilinmesin de zaten.’’

Evet; kendi kelamıyla Metin Aşoğlu bu, özetle.

O bizim sevgili ağabeyimiz.

Dostumuz arkadaşımız canımız.

Hem ailesinin hem çevresinin hem şehrinin zenginliği.

Zenginliği güzelliği bereketi.

Onun olduğu yerde daha bir insan daha bir mutlu daha bir neşeli oluyor insan.

Her sokağa her mahalleye her şehre lâzım bir dost Metin Aşoğlu’muz.

Sen çok yaşa emi ey Aşba Metin.

Kral damadı kral adam.

Kral ağabey, kral dost.