Az gelir böyle soylu kafa, asil vicdan bir yüzyılda yeryüzüne.

Azlardandı.

Azda çoğu gören. Çoğu gören bilen bildiren.

Azla çoğu göstermesi bundandı.

Özdeyiş yazarlığına sebep, daha küçücükken şahit olduğu, babası merhum müderris Cevdet Efendi’nin, iki de bir atı kırbaçlayan faytoncuya söylediği “Evlâdım, hayvana boşuna eziyet etme; at kırbaçla değil yemle gider” vecizesi olduğunu söylemiştir yakınlarına hep.

Kısa öz doğru.

Böyle yazdı.

Böyle söyledi.

Böyle yaşadı.

20. yüzyılın sırtında ‘beyaz bir leke’ olarak yaşadı tam kırk yıl.

Tiyatro kurdu. Oyunlar yönetti, oyunlarda oynadı. 67 ilin 61’inde oyunlar sahneledi. Tiyatrosunun adı ne kadar da ilginç, metaforik ve karşı cenahı mahkum eden türdendi aman Ya Rabbi: “Beyaz Leke”

Sinemaya sevdalıydı. Sinemaya ve romana.

Çok benzer buluyordu ikisini de.

Dünyayı yönetenlerin, dünyaya biraz da bu iki unsurla yön verdiklerini görüyordu.

Ha unutmadan: Bir sokağa çıkma yasağı olduğu gün, 1990 nüfus sayımı olmalı, “O Ân” isimli tek kişilik bir filmde oynamıştı. Kayıp oldu dediler o kayıt. Çıkar ortaya bir gün inşallah, inanıyoruz.

Gitgide özdeyişlere yönelmişti.

Çünkü “sözü kısaltın” diyordu çevresindeki gençlere. “Ne kadar az, o kadar çok” diyordu adeta.

Her bir özdeyişleri bir konferanslık konunun özetiydi. Damıtılmışıydı. Özü usaresi balı.

Bazen bir virgülü oraya mı buraya mı koyayım diye dakikalarca saatlerce günlerce kitaplarca düşünüyordu.

Düşünmek. Okumak ve düşünmek. En çok, en iyi, en bol yaptığı eylemdi onun.

Hepimizin yerine okuyor, hepimizin yerine düşünüyor, hepimizin yerine savaşıyordu çoğu kez.

Düşünmek, üretmek, konuşmak bu kadar mı yakışırdı bir insana.

Zarafet; ona en çok yakışan sıfat bu olabilirdi evet. “Hiçbir kalbe kapısı kırılarak girilmez. Ahlâk ve zarafet, bütün gönül gümrüklerinden geçerli pasaporttur.” özdeyişi de onundu.

Müthişi bir hafızaya sahipti. Yüzlerce sözü binlerce anekdotu on binlerce beyiti ezberden okuyabiliyordu. Nerede ne gerekiyorsa onu söylüyor onu anlatıyordu.

Ne uzundu ne kısaydı konuşması, tam kıvamındaydı adeta.

Voltair’le de ahbaptı İkbal’le de. Itri’ye de meftundu Mozart’a da. Picasso’ya da aşinaydı Sinan’a da. Batı’yı da Doğu kadar biliyor tanıyor kızıyordu.

Necip uğramasa edemezdi onu fikir sofrasına, Nazım selam vermese. Peyami sızılarını anlatırdı ona sık sık, Cemil Meriç inkisarlarını. Yahya Kemal ile ayrı dosttular, Marks ile ayrı düşman.

Gazali ile Ebu Hanife fikir sofrasının başkonuğuydular he zaman. Har zaman her akşam her daim.

Hayatı İslâm olan adamdı o. Derdi İslâm olan adamdı.

Bir derdi de ‘İslâm’ı estetikle anlatmak”tı, estetikle yaşamak ve yaşatmaktı. En büyük baaşrısı da buydu belki de.

Yüz yirmi civarında özdeyişi yayımlanmıştı değişik dergilerde.  Bir o kadar da yayına hazır bekliyordu, biliyoruz. Gün yüzüne çıka(rıla)cağı günleri bekliyoruz.

Hayali bütün özdeyişlerini ‘Göğe Yağan Yağmurlar’ adıyla kitaplaştırmaktı. Sağlığında olmadı, göremedi. Biz öğrencilerine birer vasiyet hükmündedir bu dileği, inanıyorum.

Günlük hayatı da adeta özdeyiş gibiydi, kısa, öz, etkili:  Bir öğrencisi bir gün ‘ağbi” dedi, “tutturdular bir Bilimsel Sosyalizm gidiyor. Ne diyorsun?” Gözleri öfkeyle parladı. Kızdığında öyle olurdu. “Bu insanlar böyledir Fahri kardeş” dedi, “Yüz dediğinden biri yanlış çıkmamış Hazreti Muhammed’e inanmazlar da yüz dediğinden biri doğru çıkmamış Marks’ın söylediklerine bilim derler.” Bu tür yüzlerce anekdotu olan adamdı o.

Özdeyişleri tek cümlelik konferanslardır.

Tek kişilik çoğunluktu o. Tek kişilik cemaat. Bildiği inandığı yolda ‘kim benimle?” diye hiç düşünmeden giderdi yoluna. Eric Hoffer’ın diliyle söyleyecek olursak ‘kesin inançlı’ bir adamdı o. “Nice ışık saçanlar yangın çıkartmakla suçlanmışlardır” özdeyişi onundur. Kendisi de ‘ışık saçan’ olarak nasibini almıştı yaşadığı dönemde bu tespitinden, şahidiz.

Cihat Zafer, Aybars Bora Kahyaoğlu, Sezgin Çevik, Fahri Tuna, Serhat Demirel… hepimiz Ş.’nin paltosundan çıktık. Öğrencileri çok şeydi onun için. Son yıllarında  Asmaaltı Akademisi’ydi adeta dünyası. Akademinin tek müderrisi de oydu. Zaten onun olduğu yerde başka müderrise/profesöre de lüzum yoktu, olmazdı, kalmazdı.

Hani Cezayir İşgali üzerine gazetesinde “Katil Fransa” manşeti atan Sartre’yi “Tutuklayalım mı efendim” diye soran İçişleri Bakanına, Cumhurbaşkanı De Gaulle’nin verdiği muhteşem cevap ne kadar manidardır: “Hayır, Sartre’ye dokundurtmam. Sartre Fransa’nın ta kendisidir.”

O çağın vicdanıydı, evet. O İslam’ın sesiydi, evet. O insanlığın sesiydi, evet. Yayımlanmış yüz yirmi kadarı ve yayımlanmamış yüz kadar özdeyişleriyle çağdaş zalimlere ve baskıcı yönetimlere kafa tutan Müslüman yürekti, böyle bilinmelidir.

Selahaddin Şimşek çağının vicdanıydı.

Çağının isyanı, çağının öfkesiydi;

Çağının ta kendisiydi.

 

---------------

 

Özdeyişlerinden bazılarını paylaşmak isterim:


“Deha "imkânsız" zannedilende "mümkün"ü görebilmek demektir!
Gemilerin karada da yüzebileceğini sezmek; Mehmed'lerden 
birini "Fatih" yapar...” 

“Yusuf gibi rüyalar göreceklerin uykuları uğruna gecelere katlanmağa değmez mi!” 

“Düşmandan kurtulmaktan daha mühim bir şey var: Kurtarıcılardan kurtulmak!”

“Kendilerini "şartların" kötü yaptığını söyleyenlere, aynı şartların neden başkalarını
kötü yapamadığı sorulmalıdır...”

“Her hayat kalbinin ekseninde döner. İnsanların uğrunda öldükleri, uğrunda yaşadıklarıdır!”

“Yan yana gelmekle beraber olunamaz.”

“Ölçüleri yanlış olanların bütün ölçümleri yanlıştır.”

“Tuhaf şey! Yabancı girmesin diye evlerinin kapılarını kilitliyorlar; Sonra da… Televizyonlarını açıyorlar!”

“Hep isabet edene hiç tesadüf denir mi!”

“ Çalmayan ama çalana göz yuman çalmamış hırsızdır!”

“Çoklarının aradıkları ‘doğru’ idi, amma aradıkları yer doğru değildi. Doğrular doğru yerde aranmazsa bulunmaz.”

“Bazen her şeyi kazanmak için her şeyi kaybetmeyi göze almak gerekir. Endülüs gemilerini yakanlarındır.”

“Göklere giden yolu bulmak isteyenler, Allah’ın Elçisi’nin yerdeki ayak izlerini takip etsin.”