Bu sütunda yayımlanan “Sakarya’da Yaşamak” başlıklı ilk yazımdan sonra tanıdık tanımadık birçok kişiden beğeniler ve olumlu eleştiriler aldım. O eleştirilerden bir tanesi de iki numaralı amcam, Ereğli’de yaşayan Turan Demirel’den geldi. (Bir numaralı olanı, nam-ı diğer “Kaptan”, Orhan Demirel’dir.) Turan amca, şöyle yazmış:

“Biraz da Otuz İki Evler ile Çark Deresi’ni anlatmalıydın; eski Serdivan’ı, Mithatpaşa tren garını… Köfteci Zülküf, Bekçi Muhittin, Otuz İki Evler’de Abaza sütçünün kızını…”

Öncelikle, Sakarya’da doğup büyümüş, İstanbul ve Ankara’da yaşadığı yıllarda bile bir ayağı hep burada olmuş, yolunu bir şekilde buraya düşürmüş biri olmama rağmen Sakarya’nın bütün semtlerini, mahallelerini bildiğimi söyleyemeyeceğim ne yazık ki. Hele o semtlerin,  mahallelerin kendine has yaşantılarını, insan portrelerini, sembol isim ve hadiselerini sayabilmek de benim için güç. Bir şehir tarihçisi değilim çünkü. Bunu çok iyi yapacak kişiler var şehrimizde, ancak ben onlardan biri olmadığımın farkındayım.

Yukarıda adı geçen yerleri, kişileri elbette biliyor, tanıyorum epeyce. Hayatımı dolduran şeyler arasında onların yeri, ağırlığı küçümsenmeyecek düzeyde. Ancak iş onları anlatmaya gelince…

Herkesin bakışı farklıdır bir şehre; beklentisi, anıları, o şehre dair biriktirdikleri de. Ancak önemli olan, bütün bunlardan süzülen bir kavrayışı, ruhu ya da estetiği yansıtabilmek değil midir? Tanpınar, Beş Şehir’de ele aldığı şehirlerin her şeyini anlatmadı bize. Ancak o kitapta okuduğumuz Bursa veya İstanbul’a dair satırlaryazarının, yani Tanpınar’ın zihninden ve zevk süzgecinden süzülüp geldiği için o denli haz vericidir.Borges’in, dünyanın dört bucağını görmeyen gözleriyle temaşa ettikten sonra kaleme aldığı Atlas’ı çoğu zaman o şehirlerde yaşayanların bile pas geçtiği, göremediği zenginlikleri bizlere sunar. Fikret Adil’in Asmalımescit 74’ü, Necip Fazıl, Elif Naci, Peyami Safa gibi ünlü şair, yazar çizer üzerinden erken cumhuriyet dönemi İstanbul’unun şaşırtıcı ve eğlenceli bohem hayatını resmeder, fakat yazarının, Fikret Adil’in gözünden.

Pierre Loti, Aziyade’de neyi anlatıyordu? İstanbul’da yaşayan, Osmanlı’nın son döneminin tipik ama bir o kadar esrarengiz İstanbul kadınını mı, bir Fransız subayının o kadına duyduğu ele avuca sığmaz aşkı mı, yoksa bütün olan bitenin içinde cereyan ettiği,dört koldan aşağı çekilmeye çalışılan, eski ihtişamını kaybetmiş, yaldızları dökülen bir Osmanlı payitahtı olan İstanbul’u mu? Hepsini ve hiçbirini! Ne o kadın gerçekte orada yaşayan kadın, ne o subay yazarın ta kendisi ne de İstanbul o dönemki İstanbul’un aynısıdır. Hepsi ama hepsi Pierre Loti’nin sanatçı muhayyilesinde şekillenip bir kitaba girivermiş, ortaya müthiş dokunaklı ve unutulmaz bir roman çıkmıştır.

Orhan Pamuk’un son kitabı Kafamda Bir Tuhaflık’ı ele aldığım bir yazımda (merak edenler www.sakaryaedebiyat.com adresinden okuyabilirler) en çok bu yönden eleştirmiştim söz konusu romanı. Pamuk, Attila İlhan’ın “Birkaç hayat çıkar yaşamasından” dediği türden, bütün derinliği vezenginliğiyle bir adamın-bozacı veya şerbetçi olsun, ne fark eder- yaşadığı şehirle kesişen, onunla şekillenen hayatını kendi muhayyilesinde yeniden kurgulayarak yazmamıştı çünkü. Bunun yerine, giydirme bir hayatı şehir kronolojisi eşliğinde zavallı bozacının üzerine oturtmaya çalışmıştı. Şehrin elli yıllık tarihi mi anlatılıyor yoksa bozacının akraba ve taallukatıyla birlikte hiç de o kadar tuhaf sayılmayacak yaşantısı mı, belli değildi. Parçalar bu kez ustaca birleştirilememiş, bir şehre tutunan insanın dramı, bir insanı kuşatan şehrin korkunçluğu ve güzelliği bir araya getirilmeye çalışılırken en önemli şey kaybolmuştu. Tanpınar’da, Borges’te, Fikret Adil’de, Pierre Loti’de, Selim İleri’de görüp vurulduğumuz o şeydi kaybolan: yazarın ruhu!

Oysa işte Köfteci Zülküf veya Bekçi Muhittin’den birer öykü, tam da onların hayatına dokunan, onu şekillendiren bir Adapazarı atmosferi içinde, yazılabilir pek âlâ. Önemli olan bakabilmek, sana ait, kendine özgü duyarlığınla ona yazıda yeniden hayat vermektir.Mithatpaşa tren istasyonundan, o istasyonda başlayan kısa ama yoğun bir İstanbul yolculuğundan, oğlunun ardından el sallayan, istasyonun merdivenlerinde kalakalmış gözüyaşlı bir anneden de etkileyici bir öykü çıkabilir. Sait Faik’in böyle kısa öyküleri çoktur. Ruh varsa, şehir de, o şehirde yaşayan insanlar da vardır, kalır hâlâ, oradadır.

Merak ediyorsunuz, acaba Otuz İki Evler’deki şu Abaza sütçünün kızı kimdir, diye. Bendeniz kendisini tanımıyorum, fakat bu konuda en yetkili kişi, herhalde Turan Demirel’dir. Kendisine müracaat edersek belki bizimle Otuz İki Evler ile Lojmanlar arasında geçen çok ilginç ve heyecanlı serüvenler anlatabilir, kim bilir!