Bu haftaki Pazar Filemiz’i, gazetemiz köşe yazarlarından Lütfi Salkım’ın gönderdiği, hayli ilgimizi çeken ve sizlerin de ilginç bulacağınızı düşündüğümüz, Doç. Dr. Adil Dağıstan’a ait bir araştırma yazısına ayırdık…

“Uluslararası ilişkileri şekillendiren dış politika, insanlık tarihi kadar eski bir alandır. Dış politikanın temel hareket noktasını milli menfaatler oluşturur. Temel hedef barışın korunması, yabancı devletlerle iyi ilişki ve işbirliğini geliştirmektir. Bu ilişkiler iki taraflı veya çok taraflı olarak yürütülür. Hemen her ülkenin dış politikasını oluşturan, yönlendiren farklı etkenler vardır. Bu etkenlerden zaman içinde değişebilir olanlar yanında kalıcı olanlar da vardır. Örneğin değişmeyen etken ülkenin dünya siyasi coğrafyasındaki yeri ve konumudur. Ekonomik çıkar, askeri güç ve kamuoyu diğer etkenler arasında sayılabilir.

Bu makalede; 1918-1921 yılları arasında temelde ekonomik çıkarlara ve sömürgeciliğe dayanan bir anlayışla, bir imparatorluğun parçalanması, milli birliğin, vatanın bölünmez bütünlüğünün misak-ı milli kararları doğrultusunda savunulması için verilen mücadele ile yeni bir milli devletin kuruluşu ve bu süreç içerisinde Türkiye ile Fransa arasındaki olaylar biraz da tarihsel bir kronoloji ile verilmeye çalışılacaktır.

Gerek üzerinde bulunduğu jeopolitik ve stratejik konumu gerekse verimli toprakları ile Anadolu; yüzyıllardır ülkelerin ulaşmayı hayal ettikleri bir değer, üzerinde 700 yıl süren bir imparatorluğu yaşatmış olmanın verdiği tarihsel önem ile her zaman adeta geleceğe geçiş durumundaki köprü olma özelliği ile de ileride yine önemli olmaya devam edecek bir uygarlıklar beşiğidir.

Mondros Mütarekesi'yle İtilaf Devletlerince bölüşülen ve Fransa'nın payına düşen, bir dönem Mezopotamya, günümüzde Kilikya olarak da adlandırılan Çukurova bölgesi, konumuz itibariyle Fransız menfaatleri açısından oldukça önem taşıyan bir bölge durumundadır. Bu bölgede Fransa, öncelikle birtakım iktisadî menfaatler elde edebilirdi. Çünkü, bölge pamuk tarımına son derece elverişliydi ve pamuk ihtiyacının tamamına yakın bir kısmını ABD ve İngiltere'den karşılamakta olan Fransa için bu ümit verici bir imkandı. Nitekim Fransız yazar Paul du Veou, "Buğday, çavdar, arpa, boyu iki metreyi bulan mısır, darı, pirinç, pamuk... 250.000 ton pamuk elde edilir ki, bu miktar Fransız dokuma endüstrisini karşılamaya kâfi gelir..."2 diyerek, bu bölgeyi Fransız endüstrisi için vazgeçilmez olarak görmektedir.

Fransa'yı bölgeye göz dikmeye sürükleyen nedenlerden biri de bölgenin verimliliğinin yanı sıra, Mersin gibi demiryolu bağlantılı bir limana sahip olmasıydı. Aynı zamanda, Avrupa'dan ve Anadolu'dan Suriye'ye ve Fırat vadilerine tek geçiş yolunun Çukurova olması bu bölgeyi Batı Asya'nın en önemli politik, ekonomik ve stratejik noktası yapmıştır.3 Yukarıda adı geçen Suriye Bölgesi ise, Fransa için Mısır'ın eksiklerini tamamlayan bir bölgeydi. Özellikle askeri açıdan ihtiyaç duyulan kereste, Suriye'den temin edilebilirdi. Diğer taraftan bölge Fransız ipek endüstrisi için de oldukça önemliydi.4 Görüldüğü gibi Fransız yazarlar, Çukurova'yı Suriye'nin bir parçası sayarken resmi makamlar ise bölgeyi bir koloni haline getirmeyi planlıyordu.

Milli Mücadele'de Çukurova'nın durumu ve bu dönemde Türk-Fransız ilişkilerine değinmeden önce iki tarafın bu tarihten önceki ilişkilerine, gelişme süreci içinde değinmek yerinde olacaktır.

Türk-Fransız İlişkilerinin Tarihsel Gelişimi

Bilindiği gibi Türk-Fransız ilişkileri Haçlı seferlerine kadar uzanmaktadır. Bu dönemde ilişkiler savaş ilişkileri olup, doğal olarak her iki toplumun birbirlerine sempati duymalarına engeldi. Ancak; 1525 yılına gelindiğinde ilginç bir olayla ilişkiler dostluğa dönüşmüştür. Bu tarihte Pavia Meydan Savaşı'nda Roma-Germen İmparatoru Charles-Quint'e esir düşen Fransa Kralı I. François, o tarihlerde Avrupa'nın en büyük gücünü temsil eden Kanuni Sultan Süleyman'dan (Fransızların iltifat dolu deyimi ile Muhteşem "Le Magnifique") yardım ister. Hıristiyan dünyasının güçlü devletlerinden biri olan Fransa'nın Kralı, İslam dünyasının halifesi Türk Sultanı'ndan yardım istiyordu. Böyle bir şey Türkler açısından muhtemel bir Haçlı cephesinin parçalanması demekti. Aynı zamanda Türklerin Avrupa işlerine müdahalesini de meşru kılacaktı. Kanuni Sultan Süleyman, olayı bir büyüğe sığınmış olarak görmenin gururuyla, Fransa Kralı'na istediği yardımı fazlasıyla yaptı.5 Hatta Fransa'ya ilk kapitülasyonların başlangıcı olan bazı imtiyazlar da tanınır. Kapitülasyonlarla birlikte kurulan ticaret merkezlerine yerleşen yabancılar ve onların ihtiyaçları dolayısıyla siyasal, kültürel ve dini birtakım imtiyazlar da beraberinde gelmiştir. Böylece, Osmanlı Devleti'nde Fransız etkisi başlamıştır.

18. yüzyıla gelindiğinde, Osmanlı Devleti duraklama devrine girerken Fransa, Avrupa'nın en kuvvetli devleti durumundadır. Zorunlu olarak girişilen Batılılaşma hareketlerinde Fransa, yol gösterici olmuştu. Osmanlı, Batı'yı Fransa ile tanımaya başlamıştı. Öyle ki, bir dönem, tüm Avrupalılar "Frenk", tüm Avrupa ülkeleri de "Frengistan" olarak tanınmıştı. Diğer Avrupa devletlerine göre ekonomi, kültür ve eğitim yönünden diğer ülkelere göre büyük üstünlük sağlamış olan Fransa'nın Osmanlı Devleti üzerindeki bu ayrıcalıklı durumu, özellikle İngiltere tarafından hep kıskançlıkla izlenmişti.

Artık gerileme ve çöküş sürecine giren Osmanlı Devleti verdiği imtiyazlar sayesinde Avrupa'nın en imtiyazlı ülkesi konumuna gelen Fransa için en kıymetli pazar haline gelmiştir. Öyle ki, 1789 Fransız Devrimi öncesi Osmanlı Devleti'ne en çok mal satan devlet Fransa'dır. Böylece Türk-Fransız ilişkileri siyasi sahadan iktisadi alana yönelmiştir. Osmanlı Devleti'nin Fransız dostluğuna en çok ihtiyaç duyduğu bu dönemde Fransa, Osmanlı toprakları üzerinde bir sömürge imparatorluğu kurma denemelerine girişerek, 1798'de bir Osmanlı eyaleti olan Mısır'a asker çıkarırken, 1830 yılında da Cezayir'i işgal edecektir.

Birinci Dünya Savaşı'na gelindiği zaman, sömürgecilik yarışında karşı karşıya gelen büyük Avrupa devletleri bloklara ayrılmışlar; çıkarları konusunda çatışan İngiltere, Fransa, Rusya ve bu ülkelere ek olarak İtalya, daha savaş içindeyken aralarında yapmış oldukları gizli antlaşmalarla Osmanlı Devleti topraklarını paylaşmaya girişmişlerdi.

1915 Mart/Nisan tarihinde, İngiltere, Rusya ve Fransa arasında Londra'da imzalanan İstanbul Antlaşması'yla İstanbul ve Boğazlar Çarlık Rusyası'na veriliyor; 26 Nisan 1915'te İtilaf Devletleri İtalya'yı Almanya'nın yanından kendi saflarına çekebilmek için yaptıkları Londra Antlaşması'yla, İtalya'ya Oniki Ada üzerindeki egemenlik haklarının tanınacağı ve Antalya bölgesinin verilmesini kabul ediyorlardı. 16 Mayıs 1916'da imzalanan Sykes-Picot Antlaşması'yla Suriye Kıyıları, Çukurova (Kilikya), Sivas, Elazığ (Harput), Maraş, Antep ve Mardin Fransa'ya veriliyor, Halep, Şam, Musul'u da içine alan bir üçgende nüfuz kurması benimseniyordu. İngiltere ise Basra'dan Bağdat'a kadar tüm Güney Mezopotamya'yı ve Akka, Hayfa limanlarını alıyordu. Rusya, İngiltere ve Fransa'nın bu bölüşümünü, Erzurum, Trabzon, Bitlis, Muş, Siirt ve Türk-İran sınırını içine alan bölgenin kendisine verilmesi kaydıyla kabul ediyordu. 17 Nisan 1917 tarihli Saint Jean de Maurienne Antlaşması'yla Antalya, Aydın, İzmir ve Konya ilinin büyük bir kısmının İtalya'ya verilmesi kabul ediliyordu.6

Savaşın başlangıcından beri Harbiye Nazırı Enver Paşa'nın Almanlara yakınlığını gören İngiltere, Arap topluluklarını Osmanlılara karşı ayaklandırıp, Arap Yarımadası'nda savaş garantisi sağlayabilmek için Mekke Şerifi Hüseyin ve Necd Emiri İbni Suud ile de gizli antlaşmalar yapmıştır. Planlananın aksine, 1917 Ekim Devrimi'yle iktidara gelen Bolşevikler, Çarlık rejimini deşifre etmek amacıyla, bütün bu gizli antlaşmaları ortaya sereceklerdir.

Mondros Mütarekesi'nin imzalanması ile birlikte İtilaf Devletleri, yukarıda sözünü ettiğimiz gizli antlaşmalara uygun olarak işgallere başlamışlardı. İngilizler 1 Kasım 1918'de Musul'u, 9 Kasım'da İskenderun'u işgal ettiler. Bunlarla yetinmeyen İngilizler Adana vilayetinin de boşaltılmasını istemişlerdi. 11 Aralık 1918'de Fransız subayları yönetiminde dört yüz kişilik yerli Ermenilerden kurulu bir Fransız taburu Dörtyol'u, 17 Aralık'ta yine çoğunluğu Ermenilerden oluşan bin beş yüz Fransız askeri Mersin, Tarsus, Adana ve Pozantı'yı işgal etmişlerdi.7

Çukurova'nın işgalini takiben 1 Ocak 1919'da Antep, 22 Şubat 1919'da Maraş, 24 Mart 1919'da Urfa İngilizler tarafından işgal edilmiş, 12 Kasım 1919'dan itibaren General Dufieux yönetiminde Fransız kuvvetlerine bırakılmıştı. İngilizler Çukurova ve Suriye'den çekilmeleri karşılığı olarak, Sykes-Picot Antlaşması gereği Fransızlara ait olan Musul'u alıyorlardı.

Savaş boyunca İngiltere, Fransa, Rusya ve İtalya Osmanlı topraklarını gizli anlaşmalarla paylaşırken, Ermenilerden ve onlara verilecek topraklardan hiç söz edilmemiş olmasına rağmen, şimdi aynı sömürgeci devletlerin Ermenileri emellerine alet ettiklerini görmekteyiz. Özellikle Amanos Dağlarından Adana ve İskenderun Körfezi'ne kadar uzanan bir alanı Fransızların ellerinden bulunan beş, altı bin kişilik bir kuvvetle neredeyse Fransa'nın yarısı kadar olan bu bölgeyi savunmaları oldukça zordu. Dolayısıyla Fransa ve İngiltere Ermenileri Türklere karşı kullanarak, bölgedeki Türk egemenliğini tesirsiz hale getirmeyi denediler.

Fransa ise, pamuk üretimi bakımından oldukça zengin olan Çukurova, Urfa, Maraş, Antep, Antakya'ya yerleşebilmek için kısmen İngiliz askeri desteğinden faydalanırken, asıl hedefi Ermenilere hami görünüp bölgedeki Türk hakimiyetini kırmayı düşünüyordu. Böylece İngiltere ve Fransa'nın koruyuculuğu altına giren Ermeniler, güney illerinde Türk nüfusunu azaltmak ve Kilikya Ermeni Devleti'ni kurmayı tasarlıyorlardı.8

Bölgedeki Türk çoğunluğuna karşın güdülen siyaset gereği, Fransızlar Amerika, Mısır, Suriye ve Fransa'dan göçmen Ermenileri bölgeye taşıdılar. Yöreyi işgal eden ve General Gouraud'nun emrinde bulunan altı Fransız Taburu'ndan üçü Ermenilerden meydana gelmişti. Fransız kaynaklarına göre 1919 senesinin sonlarına doğru 120.000 civarında Ermeni'nin güney vilayetlerine yerleştirildiği iddia edilmektedir.9

Özellikle Fransızların Adana Vilayeti Genel Valisi Albay Bremond'un himayesi altında bulunan Ermeniler, Fransız askeri elbiseleri altında bölgedeki Türk mevcudiyetini kırmak amacıyla, baskı, zulüm ve haraç almak gibi faaliyetlere giriştiler. Ayrıca bunları Fransızlar tarafından uygulanan keyfi para cezaları, vergilerin artırılması, hapsetmek gibi faaliyetler de izledi.10

Fransızlar bölgeyi işgallerinde sadece Ermenilerden yararlanmamış, Cezayir, Tunus, Fas ve Senegalli Müslüman askerlerden de -Türklerin İslamiyet'ten ayrılarak Bolşevik oldukları ve halifeye karşı isyan ettikleri propagandasıyla- yararlanmışlardır.11

Milli Mücadele Dönemi(1918-1921)

31 Ekim 1918'de Alman Mareşali Liman von Sanders'ten, Yıldırım Orduları Grubu komutanlığını devralan Mustafa Kemal Paşa, ordu karargâhının bulunduğu Adana'da, 3 Kasım 1918'de Ahmet İzzet Paşa tarafından kendisine gönderilen mütareke metninin bir suretini almış bulunuyordu.12

Bu şekilde Mondros Mütarekesi'nin ağır şartlarını öğrenen Mustafa Kemal Paşa, bunun bir mütareke değil, Türkiye'ye empoze edilen teslim şartlarının kabullenilmesi olduğunu görmüştü. Özellikle Mütareke'nin 7.maddesi olan güvenliklerinin tehlikeye düşmesi halinde herhangi bir stratejik noktasını işgal hakkı verilmesi bunu açıkça gösteriyordu. Antlaşma metninde stratejik noktalar gibi belirsiz sözcükler kullanılması, bu devletlerin gerçek amaçlarını gizlerken, Kilikya gibi sınırları belli olmayan müphem kavramlardan dolayı Mustafa Kemal Paşa, Osmanlı Hükümeti'ni uyarmış,13 ne var ki Sadrazam ve Harbiye Nâzırı Ahmet İzzet Paşa, 4 Kasım 1918'de verdiği cevapta "... Kilikya hududu icabederse bildirilecektir"14 gibi iyimser bir cevap vermiştir. Mütareke'yi bizzat imzalayan Rauf (Orbay) ise bunun kendisi ve Osmanlı Devleti için bir başarı olduğu görüşünde idi. Ayrıca Mütareke sırasında Amiral Calthrope'un kendisine Adana'nın işgal edilmeyeceğine dair güvence olarak mektup verdiğini söylüyordu.15

Görüldüğü gibi, Mustafa Kemal Paşa Mütareke'ye temkinli yaklaşıp, maddelerin çoğunu kabul edilemez bulurken, Osmanlı devlet adamları İngilizlere fazlasıyla güven duymaktadırlar. Ne var ki Mustafa Kemal Paşa'nın haklılığı gecikmemiş, 3 Kasım 1918'de Mütareke'nin 7. maddesine göre Musul işgal edilmiştir. Yine aynı tarihte İskenderun limanlarındaki mayınların toplanması bahanesiyle İskenderun işgal edilmiştir. İşgaller devam ederken Yıldırım Orduları Grubu Komutanı Mustafa Kemal Paşa ile Sadrazam İzzet Paşa arasındaki yazışmalar devam etmiş, neticesinde İzzet Paşa; "işgale karşılık verilmemesini"16 istemiştir. Mustafa Kemal Paşa 5 Kasım 1918'de İstanbul'a verdiği bilgide, İskenderun'a çıkacak İtilâf Devletleri askerlerine ateş açılması emrini verdiğini yazmıştır. İngilizlerin İskenderun'dan yararlanabileceği yönünde cevap alması üzerine, İzzet Paşa'dan Yıldırım Orduları Komutanlığı görevinden alınmasını talep etmiş ve 13 Kasım 1918'de İstanbul'a varmıştır.17 İstanbul'da İngiliz, Fransız, İtalyan ve Yunan savaş gemilerinden oluşan hazin tabloyla karşılaşan Mustafa Kemal Paşa, mütarekenin uygulanış biçimi ve bu gelişmelere seyirci kalan İstanbul hükümetinin tutumunu da göz önüne alarak Anadolu'ya geçip milli mücadeleyi başlatma kararını almıştır. Anadolu'ya resmi bir görevle gitmesi, gerek sivil, gerek askeri erkânı denetimi altına alabilmesi açısından oldukça önemliydi.

Mütareke sonrası Anadolu'daki etnik grupların toprak talepleri, Mustafa Kemal'e beklediği görevin verilmesine vesile olmuştur. Rumların Karadeniz'de Pontus Rum Devleti kurma faaliyetlerine Trabzon Muhafaza-i Hukuk Cemiyeti'ne bağlı yerel güçlerin sert direnişleri karşısında, katliam tehditleri ile karşı karşıya kaldıklarını iddia ederek İtilâf Devletlerinden yardım istediler. Calthorpe imzasıyla 21 Nisan 1919'da İstanbul Hükümeti'ne bir nota verilerek asayişsizliğin giderilmediği takdirde bölgenin işgal edileceği bildirildi.18 Bunun üzerine Mustafa Kemal Paşa'nın beklediği fırsat karşısına çıkmış 30 Ekim 1919'da 9. Ordu Müfettişliği'ne tayin emri, 6 Mayıs'ta ise askeri ve mülki idarede istediği en geniş yetkileri kapsayan yetki talimatı çıkarıldı.

19 Mayıs 1919'da Samsun'a çıkan Mustafa Kemal Paşa, daha önceden tasarlamış olduğu Milli Mücadele'yi fiilen başlatıyordu.

Bir yandan almış olduğu yetkileri çok iyi kullanarak Kolordu Komutanları ile yazışarak askeri gücü organize ederken, diğer taraftan sivil idarecilere gönderdiği yazılarla halkı işgallere karşı bilinçlendirerek mitinglerle protestolarını sağlıyordu. Mitinglerin ilk sonucu 67 Türk devlet adamının Malta'ya sürülmeleri ile sonuçlanmış, Mustafa Kemal Paşa da bu faaliyetlerinden dolayı geri çağrılmıştı.19 Mustafa Kemal Paşa, bu çağrıyı reddederek, Milli Mücadele'yi millete mal etmeye çalışıyordu. Bu amaçla 23 Temmuz-7 Ağustos 1919 tarihleri arasında Erzurum ve 4 -11 Eylül 1919 tarihleri arasında da Sivas Kongresi'ni gerçekleştirmiştir.

Mustafa Kemal Paşa'nın bu faaliyetlerini yakinen izleyen Fransızlar, O'nun siyasi ve askeri gücünün farkındadırlar. Nitekim 6 Kasım 1919'da Erzurum Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti'ne çektiği telgraf sonucunda, Antep, Urfa ve Maraş'ta halk işgalleri protesto etmek amacıyla mitingler düzenlerken, Fransız Yüksek Komiserliği'ne protesto telgrafları çektirerek Fransa'yı doğrudan hedef alıyordu.20

Gelişmeler karşısında Fransızlar, Mustafa Kemal Paşa ile temasa geçmek üzere, Suriye'de Fransız Yüksek Komiserliği de yapmış olan George Picot'u görevlendirmişlerdi. 7 Aralık 1919'da Sivas'a gelen Picot, Mustafa Kemal Paşa ile yaptığı görüşmelerde "bölgedeki Fransız işgalinin sona erdirilmesi, aksi takdirde Türklerin bu toprakları geri almak için savaşa devam edeceği"21 şeklindeki Mustafa Kemal Paşa'nın sözlerine karşılık, Fransa'nın Osmanlı Devleti'nin bağımsızlığını desteklediğini, Sivas'a hareketinden önce Ermeni kıtalarına yeni işgal olunan yerlerden çekilmelerini emrettiğini söylemiştir. Ayrıca Anadolu'da kendilerine sağlanacak olan ekonomik ayrıcalıklara karşılık olarak Maraş, Antep, Urfa ve Kilikya'nın boşaltılmasının ve barış konferansında doğan İtilâf Devletlerinin de bu konuda Fransa'yı örnek alarak işgal ettikleri yerleri terk etmelerinin mümkün olabileceğini söylemiştir. Picot bu sözlerden sonra Mustafa Kemal'den bölgede Fransızlara karşı bir isyan çıkarılmamasını rica etmiş, Mustafa Kemal Paşa ise Fransızlarla Ermeniler olay çıkarmadığı takdirde Müslüman halkın saldırıya geçmeyeceğine dair güvence vermiştir.22

Picot-Mustafa Kemal görüşmesinden olumlu bir sonuç çıkmamış olmasına rağmen, bu olay, Fransızların Mustafa Kemal Paşa'nın gücünü tanımış olmaları bakımından önemlidir. Bir başka açıdan değerlendirildiğinde ise İstanbul Hükümeti'nden başka bir muhatap tanımayan İngilizleri bu görüşme oldukça rahatsız etmiştir. Bu görüşmeden çıkartılacak başka bir sonuç ise; Fransızların işgal ettikleri bölgelerdeki temel amaçları ekonomik ayrıcalıklar elde etmektir. Bu da ancak barış halinde sağlanabilecektir. Bu nedenle Picot sonrasında da çeşitli temsilcileri kanalıyla Mustafa Kemal Paşa ile anlaşma yolları aramışlardır. 1920 Şubatı'nda Amiral de Bon'un girişimleri, 23 Mayıs 1920'de Gouraud'nun çabaları sonucunda 29 Mayıs'tan itibaren 20 günlük ateşkes antlaşması imzalanmıştı. Buna göre, Antep, Siirt ve Pozantı bölgeleri boşaltılarak kamu güvenliği Türk jandarmasına bırakılacak, savaş esirleri ve diğer tutuklular takas edilecek, bölgede Fransız işadamlarına ve yönetimine ayrıcalık tanınacak, buna karşılık olarak da Fransızlar milli mücadele hareketini destekleyeceklerdi.23

Bu antlaşma, 8 Haziran 1920'de Fransızların Zonguldak Ereğlisi'ne asker çıkarmaları üzerine bozulmuşsa da, antlaşma sonucunda 11. Tümen'in Adana Cephesi'nden Batı Cephesi'ne kaydırılmış olması, bu cepheyi güçlendirmişti. 9-10 Ocak 1921 Birinci İnönü Savaşı sonrasında ise İtilaf Devletleri, Londra'da konferans masasına oturmak zorunda kalmışlardı.

Özellikle Misak-ı Milli'yi kabul ettirmek amacıyla Dışişleri Bakanı Bekir Sami Bey Londra'da görevlendirildi. Bekir Sami Bey, Fransız Başbakanı Briand ile 11 Mart 1921'de politik, askeri, ekonomik nitelikte ve Türkiye-Suriye sınırını belirleyen bir antlaşma imzalıyordu.24

Bekir Sami Bey'in kendi inisiyatifiyle imzalanan bu antlaşma Misak-ı Milli'ye aykırı oluşu nedeniyle Ankara tarafından onaylanmamıştır.25

Antlaşma onaylanmamış olsa da bu olay Ankara Hükümeti'nin İtilâf Devletleri tarafından dikkate alındığı bir konuma ulaştığını göstermektedir. Bu durum Moskova'yı harekete geçirerek 16 Mart 1921 tarihli Moskova Antlaşması'nın imzalanmasına vesile olacaktır. Moskova Antlaşması Fransızları telaşlandırmış olup, Anadolu'da Bolşevik etkinliğinin artması ile tarihi çıkarlarının tehdit altına gireceği endişesi, Ankara ile bir an önce antlaşma yapmaya itmiştir.

Mustafa Kemal Paşa, Çukurova'da Fransızlarla Ermenilere karşı tüm gücünü seferber ederken, diğer taraftan Suriye'de Arap milliyetçiliğini destekleyerek daha önce Osmanlı yönetiminde çalışmış kişilerin yardımıyla bölgenin birçok yerinde milli teşkilatlar kurdurtmuştu.

Bu teşkilatlar sayesinde Suriye içindeki demiryollarının kullanılmasını engelleyerek Fransızların Anadolu'ya silah sevkiyatı yapmalarının önüne geçilmişti.26

Öte yandan, 1921 yılında Fransa'da başbakanlığa getirilen liberal eğilimli Aristide Briand, Avrupa'da barışın egemen olmasını ve Türkiye ile hemen bir barışın yapılmasını istiyordu. Zaten 1920 yılından başlayarak Fransız kamuoyunda Milli Mücadele'nin lehine bir hava oluşmuştu.27

Bu havanın oluşmasında her iki ülke arasındaki entelektüel yakınlığın da önemli bir rol oynadığını belirtmeliyiz. Daha önce de ifade edildiği üzere, Osmanlı Devleti'nin kültürel yakınlığı sonucu, Türkiye'de eğitim görmüş Türk Aydınları, Mustafa Kemal Paşa da dahil olmak üzere, yabancı dil olarak Fransızca biliyorlardı. Bunun sonucunda Türk aydınları ile pek çok Fransız aydın ve subayları arasında içten dostluklar kurulmuştu. Pierre Loti, Claude Farrere, Berthe George Goulis, Franklin Bouillon, Colonel Mougin28 bunlardan bazılarıdır.

Nitekim Pierre Loti, Çukurova'nın işgali karşısında "Çukurova Türk vatanının en ayrılmaz parçası, hatta kalbidir"29 diyerek, Türklerin ölüm fermanı niteliğindeki Sevr Antlaşması için de "... I. François ve Muhteşem Süleyman tarafından onaylanan ve İttifaklara sadık kalan dostlarımızın ölüm kararını imzalamaya hazırız. oysa Türklerin ülkelerinde sayı bakımından ezici bir üstünlüğü, din, dil, kültür birliği vardır."30 diyerek ülkesinde Türkiye lehine kamuoyu oluşturmaya çalışmıştır.

Sözünü ettiğimiz tüm bu siyasi, iktisadi ve entelektüel yakınlık sonucu, Fransız Başbakanı Briand, Fransız parlamentosunda dışişleri komisyonu başkanlığı görevini yürütmekte olan Franklin Bouillon'u Mustafa Kemal Paşa ile bir antlaşma yapmak üzere görevlendirmiştir.

Deneyimli bir politikacı olan Bouillon, 9 Haziran 1921'de Ankara'ya gelerek Dışişleri Bakanı Yusuf Kemal (Tengirşenk) ve Fevzi (Çakmak) Paşa'nın da hazır bulunduğu ve iki hafta süren toplantıda Mustafa Kemal Paşa ile görüşmelerde bulunmuştur.31

Oldukça tartışmalı geçen görüşmelerde Bouillon, bir emrivaki de olsa Sevr gerçeğinin göz ardı edilmemesi gerektiğine değinerek, Londra'da Bekir Sami ile yapılan Antlaşmanın temel alınmasını istemiştir. Mustafa Kemal Paşa ise hareket noktalarının Misâk-ı Milli olduğunu belirterek, "Sevr Antlaşması'nı kafasından çıkaramayan milletlerle güven ilkesine dayanan işlemlere girişemeyiz. Bizim açımızdan böyle bir antlaşma yoktur."32 gibi sert bir açıklaması sonrasında Franklin Bouillon'a Misâk-ı Milli metnini açıklamıştır. Özellikle kapitülasyonların kaldırılması ve tam bağımsızlık maddeleri, üzerinde en çok tartışılan konular olmuştur.33 Mustafa Kemal Paşa'nın bu maddeler üzerinde taviz vermeyeceğini gören Bouillon, Londra'da yapılan Antlaşmanın Fransızlara nüfuz bölgeleri oluşturma hakkı tanıyan maddelerin Ankara tarafından kesinlikle kabul edilemeyeceğini Paris'e bildiriyordu.34

Bu sıralarda Ankara Hükümeti lehine önemli gelişmeler yaşandı. Fransızlar, Türk birlikleri karşısında Zonguldak'ı, Yunanlılar Adapazarı'nı, 4 Temmuz 1921'de de İtalyanlar Antalya'yı terk etmek zorunda kaldılar. Yunan ordusunun Ankara üzerine ilerlemesi, -sonucunu merakla bekledikleri-Sakarya Savaşı'nda da Türk Ordusu'nun zafer kazanması üzerine, Fransa, Ankara Hükümeti'nin askeri ve siyasi gücünü görerek, Franklin Bouillon'a Kilikya'nın Fransız kuvvetleri tarafından boşaltılabileceği bildirilerek, Ankara hükümetinin şartlarını kabul etmesi yolunda talimat verilmiştir.35

20 Ekim 1921'de Yusuf Kemal (Tengirşenk) ile Franklin Bouillon arasında gerçekleştirilen Ankara İtilafnamesi ile siyasi, askeri ve diğer bazı konularda taviz verilmeksizin Güney bölgeleri işgalden kurtarılırken, Ermenilerin Çukurova üzerindeki hayalleri de son buluyordu. Böylece Misâk-ı Milli İtilaf Devletlerinden biri tarafından fiilen tanınırken, İngiltere-Fransa arasında zaten var olan anlaşmazlıklar daha da büyüyordu. İtilafname İngiltere'de dehşet ve şaşkınlıkla karşılanacak, İstanbul'daki İngiliz temsilcisi Sir Horace Rumbold ise, Lord Curzon'a bu konuda bilgi verirken, Fransa'nın Antlaşmayı imzalamasını "Şerefsiz bir hareket"36 olarak niteleyecek kadar ileri gidiyordu.

Türkler yönünden antlaşmanın başka bir önemi de Güney Anadolu Cephesi'nin tasfiyesi ile bu cephelerdeki askerler ile savaş araçlarının, Fransızlardan satın alınanlarla birlikte, Batı Cephesi'nde kullanılmasıdır. Bütün bunlar İtilaf Devletleri tarafından hazırlanmış olan Sevr Antlaşması'nın artık uygulanma şansının kalmadığının açık bir kanıtıdır.

Antlaşma uluslararası boyutu ile ele alındığında, Doğu'da sömürge yönetimi altında yaşayan halklara, Türklerin bu zor şartlar altında kazandığı zaferle, yenilmez olarak gördükleri bir Avrupa devletlerine karşı bağımsızlık adına bir ümit kaynağı olmuştur.

Antlaşma Fransa'da da sevinçle karşılanmış, özellikle bu bölgede bulundurmak zorunda kaldıkları 60-70 bin askerin mali yükünden kurtulmuşlardı. Bu Fransızlar açısından yılda beş yüz milyon Frank tutarında bir harcamadan kurtulmak anlamı taşıyordu.37 Antlaşma, siyasi açıdan da Fransa'ya önemli kazançlar sağlamıştır. Yapılan bu antlaşma özellikle İslam dünyasında Mısır ve Hindistan'da sevinçle karşılanmış, bunun sonucunda bu ülkeler de Fransa ile ilişkilerini güçlendirmişlerdir.38 Yine bu antlaşma ile yardım konusunda tek alternatif durumunda olan Moskova'nın yanına bir de Paris'in eklenmesi Ankara hükümeti için siyasi bir zafer olarak değerlendirilmiştir.

Ankara Antlaşması'nın Türkiye açısından tek olumsuz yönü, Hatay'ın Misak-ı Milli sınırları dışında tutulmasıdır. Ancak antlaşmaya konulan “İskenderun Bölgesi (Hatay) için özel bir yönetim kurulacaktır. Bu mıntıkanın Türk ırkından olan halkının kültürlerinin gelişmesi için her türlü kolaylık sağlanacaktır. Türkçe resmi dil olacaktır." maddesi çerçevesinde -Suriye üzerinden Mandat rejiminin kaldırılması ve bu ülkeye bağımsızlık verilmesi için Fransa ile Suriye arasında 9 Eylül 1936'da bir antlaşma yapılmış ve Türkiye yukarıda sözü edilen hükümlere dayanarak- harekete geçmiştir. Mustafa Kemal Paşa'nın 1923 yılında Adana'ya yaptığı gezide kendisini siyah bayrakla karşılayan Hataylılara "Kırk asırlık Türk Yurdu yabancı eline bırakılamaz" diyerek verdiği sözü, Avrupa'nın içinde bulunduğu karışıklıktan faydalanarak, büyük bir politik mücadele sonrasında bağımsızlığına kavuşturarak tutmuştur.”