Sakarya’da Bir İlan: Gazeteci Aranıyor…
Adapazarı Şeker Fabrikası kantarından mevsimlik işçi statüsüyle çalışırken o zamanlar ilin tek renkli/ofset gazetesi olan Sakarya gazetesinde bir ilân dikkatimi çekti: ‘Gazeteci Aranıyor!’ Şartları yazmışlar,. en az lise mezunu olması, şu bu… isteklilerin Turan caddesi şu numaradaki (Hasırcılar bitişiğindeydi o sıralar gazete idarehanesi) gazeteye şahsen müracaat etmeleri. Müracaat ettim mektupla, gazetenin haber müdürü Necdet Güngörsün’den bir mektup aldım, ‘müracaatınız kabul edildi, şu gün şu saatte görüşmek üzere gazete bürosuna gelin’ diye. O tarih o saatte gttim, görüştük. Mühendis olmam nedeniyle Necdet bey pek sıcak bakmadı önceleri. Tam yetişip bir kuruma atlayıp gideceğimi, emeklerinin boşa gideceğini düşünüyor, haklı olarak. Gazetecilik isteğimde samimi olduğunu görünce işe almaya karar verdi ve ‘Pazartesi Sporda Hüseyin Komite’nin servisinde başlarsın’ dedi Necdet bey.
1983 yılı sonbaharı. Zannederim Kasım ayı ortaları. On beş gün deneme, 1 Aralık’tan sigorta. Ücret asgari ücret. Olsun. Zaten Şeker’de de asgari ücret almıyor muyduk?.. Benden bir hafta önce Turan Çatalbaş ile Ercan adlı arkadaş (soyadını unuttum, Arifiyeli, şu anda Avrupa’da çalışıyor) Haber Merkezinde başlamışlar. Onları kendine almış Necdet bey, ben geldiğimde ise ihtiyaç Sporda varmış.

3000 Satan Efsane Sakarya Gazetesi

1983 yılı itibarıyla –hatırladığım -şehrimizde ‘Yeni Sakarya’, ‘Akşam Haberleri’, ‘Gerçek’, ‘Anadolu’ gazeteleri var, tipo baskılı. Akşam gazeteleri. Ne demek akşam gazetesi? Her gün ikindide çıkan tipo baskılı tek renk (sadece başlıkları/logoları önceden kırmızı basılıyor, o kadar) dört sayfalık gazete demek. Hatırladığım ‘Yeni Sakarya’ 500 ile 1.000 arasında –en çok – satan akşam gazetesi o sıralar. Uyarhan’da basılıyor. İkinci en çok satan Değirmenhan sokaktaki ‘Akşam Haberleri’. Kemal Özden yönetiyor gazeteyi, eşimin sınıf arkadaşı Ayşe Baba (soyadı Baba) da o kurumda muhasebeci. Sık sık da uğruyoruz ona. Sonra Adnan Mersinoğlu’nun Kömürpazarı havuz karşısındaki ‘Gerçek’i. Sonra da Hakman’ların ‘Anadolu’su…
‘Günaydın’ gazetesinin Anadolu’da yerel bazı gazetelerle/gruplarla işbirliği yaparak ofseti yaygınlaştırma girişimleri sonucu önce komşumuz ‘Kocaeli’ yayına geçmiş. Sırada Sakarya var. Yerelden reklamcılığın uygulamalı kitabını yazan Semih Saner’i arkasına alan ‘Günaydın’, Adapazarı’ndan Semih Köprülü’yü genel müdürlüğe getirmiş. Doğumevi Hastanesi’nde muhasip olan ve Tercüman’ın Adapazarı temsilciliğini yürüten Necdet Güngörsün’ü haber müdürlüğüne, futbol hakemi ve –eski adıyla- YSE’de memur Cevdet Güngör’ü yazı işleri müdürlüğüne (sanırım kuruluştan birkaç ay sonraymış), Akyazı Lisesi Türk Dili ve Edebiyatı öğretmeni Yusuf Çınal’ı sorumlu müdürlüğe, Yeni Sakarya’da uzun süre çalışan ve bir bakıma spor müdürlüğü yapan Hüseyin Komite’yi de spor müdürlüğüne getirmişler. Hatırladığım; 11 Ekim 1981’de de ‘Sakarya’ adıyla yayına başlamışlar. O dönemde Anadolu basını için devrim niteliğinde ofset dört renkli sabah gazetesi çıkartıyorlar. Bize söylenen 3.000 satıyor gazetemiz. Sakaryaspor’un –bugünkü adıyla Süper - Lig’de ikinci yılı; altını üstüne getiriyor. Liderliği, ikinciliği var, üst sıralar takımıyız. Pazarları, Pazartesileri 5.000 tiraja çıktığı söyleniyor gazetemizin. Galatasaray, Fenerbahçe, BJK galibiyetlerimizde, Müjgan Cinayetlerinde filan 10.000 tiraja ulaştığımız söyleniyordu.
.
Sakarya Gazetesi Spor Servisi’nde İşe Başlıyorum

Bir Pazartesi sabahı spor servisinde, spor müdürümüz Hüseyin Komite’nin yanında işe başlıyorum. Sporda en kıdemli muhabir Necdet Başoğlu. Dünya tatlısı, düzgün, ahlaklı biridir Necdet. Hâlâ da sık görüşürüz. Sonra Ümit Kahyaoğlu var. O da saf temiz azıcık da kurnaz uzun upuzun Barış Manço saçlı biri. En çömez en acemi spor muhabiri de benim serviste.
O zaman gazetemizin düzeltmeni - o zamanlar musahhih deniliyordu - Müjgan Zaman adında bir hanım, bir kız. Yirmi bir yirmi iki yaşlarında. Yardımcısı da Sapanca’dan Nurşen Arapoğlu. Her ikisi de İstanbul’da gazetecilik okumuş –ender- mektepli gazetecilerden diye konuşuluyorlardı.
Haber merkezinde kıdemli gazeteciler var: Usta muhabir (Hürriyet’ten geldiği söyleniyordu) Atilla Çavdar var. ‘Kadifeden Kesesi Kahveden Gelir Sesi’ röportaj köşesinin başarılı gazetecisi Akyazılı Recep Şimay var. Mustafa Öztunç var, çalışkan bir Arfiyeli. Tertiplerim M.Turan Çatalbaş, Ercan var sonra. Yanılmıyorsam Burhan Güven hem reklama yardım ediyor, hem de muhabirlik yapıyor o günlerde. Sesi, diksiyonu, sempatikliği, şakaları ile istikbal vaat ettiği belli.
Reklam müdürümüz, eski futbolcu ‘Arap’ lakaplı İlhan Tunçbilek ağbimiz. Maç yorumları da yazıyor.
Teknik servis şefimiz Akif Ağbi, yardımcısı da Fethi.özbey Muganlı, İlhan Menteş de var teknik serviste. Pikaj, montaj, film; uzun ve zorlu iş o zamanlar teknik servis. Belki birkaç isim daha var, şu anda adlarını hatırlayamadığım. Otuz sene geçmiş üzerinden. O zaman tek telefon var; santraldan Türkan ablamız bağlıyor hepimize. Muhasebe müdürü ise ‘Bay Cimri’ lakaplı Muzaffer Bosnalı. Yardımcısı da Birol.

Komiteler ve Kıymalı Tarhana Çorbası

Gazetecilik serüvenim beş ay kadar sürecek, 15 Nisanda kısa dönem askere gidişimle son bulacaktı.
Hüseyin Komite ile ‘usta-çırak’ ilişkimiz ve dostluğumuz başlayacak otuz sene sürecekti. (şu anda otuz sene olduğu için bu rakamı verdim). Bulgaristan göçmeni bir ailenin çocuğu, Yeğenler semtinden, bir diğer ifade ile Cumapazarlıydı Hüseyin ağbi. Benim babaanne diye hitap ettiğim Beyhan yenge ile evliydi. Üç kızları vardı Komite Ailesinin, ilkokula giden; Hülya, Emel, Çiğdem. O zaman Hasırcılar’ın karşısından girilen bir sokakta, daha çok Bulgaristan göçmenlerin oturduğu bir semte, baba evinde oturuyordu. Haftada bir giderdik o zamanlar. Hiç unutmam; ben çocukluğumdan beri tarhanadan nefret ederim, babaannem (Beyhan Yenge yani) mükemmel bir çorba yapmıştı bir akşam gittiğimizde, bayıldım. Sofradan kalkınca bir gülmeye başladılar. Meğer Beyhan yenge kıymalı tarhana yapmış, ben de anlamadan yemiştim. Saflığım bir kez daha ortaya çıkmıştı; hâlâ bir araya geldiğimizde, hatırlar hatırlar güleriz saflığıma.(Saflığım ve dalgınlığımla ilgili anılarımı ileride bol bol okuyacaksınız zaten.)

Merhum Gügörsün’le Cephe Karşıtlığımız

Komitelerle ta o günlerden başlayan gerek ikili gerekse aile dostluğumuz, Sakarya gazetesinin haber müdürü Necdet Güngörsün’ün dikkatini çekecek, ömür boyu ‘düşman kardeşler’i oynadığı ve hep didiştiği Güngörsün-Komite Çatışmalarında beni de –doğal olarak – Komite cephesinde görecek (1989’dan sonra beni Aydıntepe / Yeni Sakarya’da görüp buna bir de Güngörsün -Aydıntepe Çatışmalarında yine karşı tarafta duruşum eklenecek) ve yaklaşık yirmi beş yıl sürecek antipatisi ta o tarihte başlamış olacaktır.
Sakarya sonrası kendi gazetesi Yenigün’ü kuran ve çok uzun yıllar (yirmi yılı aşkın süre) Sakarya Gazeteciler Cemiyeti Başkanlığını da yürüten Necdet ağbiyle, ikimiz de bu şehrin çocuğu olduğumuz hâlde, çeyrek asır süresince yıldızımız barışmayacak, neredeyse hiçbir olumlu anımız olmayacaktır. İki tanesi hariç; birisi depremde yaşadığı (ayağının kesilmesiyle ve felç olmasıyla sonuçlanan) acı olay sonrası Ankara’da tedavi görürken telefon edişim, diğeri ise 21 Haziran 2007’de babamın vefatı sonrasında (o da o sırada Ankara’da tedavi görüyordu ve sanırım iki üç hafta sonra o da vefat etti) gazeteye telefon açıp taziye ilanı koydurmasıydı. Beni işe alan insan olmasına rağmen, ikimiz de bu şehir için çırpınan insanlar olmamıza rağmen, onun on yılı aşkın süredir eşi, benim ‘daima ablam’ olan Müjgan Zaman’a rağmen, ikimizin de ‘yerliliğimize’ rağmen,1982-2007 arası Sakarya basınına damgasını vuran Necdet Güngörsün’le hep kaşı cephelerde oluşumuz ve olumsuz yüzlerce anımızın olmasını takdir-i ilâhi’ye ve frekanslarımızın uyuşmamasına bırakıp geçelim, Allah taksiratını affetsin, gani gani rahmet eylesin diyerek de bu konu konuyu sonlandıralım.

‘Berhüdar Ol Kardeşim!’

Dışarıdan nasıl görünür, kim nasıl anlar bilemeyiz ama ne zaman Hüseyin Komite ağbimle bir araya gelsek (ki on üç yaş büyüğümdür, babamdan da sadece beş yaş küçüktür) geleneksel usta-çırak ilişkisine gönderme yapar, ‘elini öpeyim ustam’ der öperim, o da sağ olsun Orhan Gencebay misali ‘berhüdar ol kardeşim’ (bazen de ‘çırak’) der muhabbete başlarız. Ve çok ama çok eğleniriz. Sakarya’dan sonra ‘Haber’de 54’ ve ‘Spor’da 54’ serüvenimizde de beraberdik, onun 1987’deki ‘Meslekte 25. Yıl Gecesi’nde de, sonra yine birçok ortak platformda da buluştuk. Bizimki gönül, ağbi-kardeş, usta-çırak ilişkisidir, araya yıllar, başka başka meşguliyetler girse de ne zaman ve hangi platformda olursa olsun, yine elini öperim, o da sağ olsun kucaklar. Ve çok eğleniriz… en çok da kendi kusurlarımızla dalga geçerek gülüşürüz.
Bilenler bilir Hüseyin ağbinin oldum olası renklerle arası iyi değildir. Bildiğim kırmızı-yeşil-mavi arasında renk ayrımı yapamamakta, o nedenle birçok kez ehliyet alma girişimlerinde yakın dostu Dr.Nihat Çark’tan bir türlü ‘vize’ alamamaktaydı, şimdilerde onu araba kullanırken gördüğümde ‘eyvah’ diyor ve ehliyet alışını Nihat ağbimizin emekli oluşuna yorumluyorum.

’Kırmızı Siyahlı Sarıyer’in 10 Numarası Kim Sezai?

Zannediyorum 1988 yılı ilkbaharı olmalı, son altı yıldır Sakarya Gazeteciler Cemiyeti başkanlığı yapan, fikir kulübünde yıllarca birlikte oturduğumuz Sezai Matur kardeşim o yıllarda yeni, çömez bir gazeteci. Güzel tatlı hoş bir gün, Adapazarı Atatürk Stadı basın tribündeyiz, Sakaryaspor-Sarıyer arasındaki Süper Lig maçını seyrediyoruz, sonra da gidip gazetelerimize maç yorumu yazacağız. Hüseyin abiyle yan yanayız, sağımda da Sezai Matur var. Maç başladı, Hüseyin ağibin renk körlüğüne nazire yapmak için ben ha bire ‘ağbi hakemin forması ne renk?’ diyorum, o ‘sarı, Sarıyer’in siyahıyla karışmasın diye öyle giymiş herhalde’ diyor, ‘ağbi bu kırmızılıların sağ açığı çok tehlikeli, aman dikkat etmek lâzım’ diyorum, o ‘bu kırmızılı takımın hepsi çok tehlikeli’ diye cevap veriyor. Ardından biz kahkaha atıyoruz. ‘Ağbi saha ne renk?’ diyorum ben, o ‘mavi’ diyor. Sezai ve diğer çevremizde oturan gazeteci dostlarda şaşkınlık artmaya başlıyor. Yirmi beşinci dakikalara geliyoruz, biz Oğuz, Aykut, Engin’li süper kadroyuz ama ‘Boğazın Martısı’ denilen mavi-beyazlı Sarıyer de taş gibi, deplasman filan dinlemiyor, kök söktürüyor o gün yeşil siyahlı takımımıza. Sarıyer ceza alanımızın sol köşesinin dört beş metre kadar gerisinden kalemize doğru bir frikik kullanıyor, elbette topun başında, o günlerin süper orta saha oyuncusu Çelebiç, bizim de muzipliğimiz üzerimizde, maç esami listesini (maç başlamadan on dakika kadar önce dağıtılan hakemler ve her iki takımın maç kadrosu yazılı resmi listesi) o zamanlar çömezler alır, onlar takip ederdi, Sezai’nin önünde duruyor liste. ‘Yahu Sezai, dedim, şu kırmızı- siyahlı Sarıyer’de, topun başındaki on numara kim, çok korkuyorum ben ondan?’ Sezai bir sahaya baktı, bir esami listesine, bir bize… şaşkın, mahcup, kıpkırmızı oldu. Sahada her renk var, tek kırmızı yok. Bizde kahkaha gırla tabii yine. Güldüğümüz Sezai değildi, kendimizdik elbette. Kendimize gülebilmek için sadece Sezai’nin şaşırması gerekiyordu, öyle de oldu. Hakkını helâl et Sezai kardeş, konu sen değildin...

Akyazı Lisesi Karakolluk Olunca Foyamız Ortaya Çıkıyor

Gazeteye, seksen üçe dönelim yine. Altı aylık kısacık sürede birçok güzel, unutulmaz anılarımız olacaktı. Karaaptiler’de, Erenler’de amatör küme maçlarını takip edip yazıyordum gazeteye. Bazen liseler arası maçları takip ediyordum, bazen kapalı spor salonunda basketbol ve voleybol müsabakalarını. Listeler koyuyoruz isim isim, yıldızlar veriyoruz, ertesi gün herkes kendini yakını takip ediyor. Basit gibi görünüyor ama önemli.
1984 Martı. Akyazı Lisesi, liseler arası futbol müsabakalarından Sakarya şampiyonu olmuş, İzmit’te Kağıtspor Stadında oynanan bölge müsabakalarında. Ben de maçları takip etmekle görevli gazetemizin muhabiri olarak oradayım. İyi bir takımdı Akyazı; daha sonra Fenerbahçe’ye kadar yükselecek, Genç ve Ümit milli olacak olan Ali Nail Durmuş da o takımdaydı. İlk maçı aldılar, ikinci maçı kaybettiler. Ben gazeteye maçları geçiyorum. Spor müdürümüz Hüseyin ağbi üç maçı da izlememi istiyor. Nasıl olsa Akyazı’nın iddiası kalmadı diye ben maç kadrolarını skoru bana telefonla geçmek üzere Kocaeli Bölge’den bir memuru ayarlayıp trene atladığım gibi Adapazarı’na geliyorum, maçın bitme vakti geldiğinde telefon ediyorum görevliye, aaa o da ne? Akyazı Lisesi ile Zonguldak Lisesi arasındaki maçta bir kavga bir gürültü, küfür kafir, 5-6 Akyazılı atılmış, maç yarıda kalmış, bizim Akyazılılar karakolluk olmuşlar. Skandal haber, bizim gazete rahat; nasıl olsa muhabirleri Fahri Tuna orada, her detayı aktaracak. Da o kaçıp gelmiş. Nasıl anlatacağız durumu? Bin bir tevil, kıvırma, özürle durumu izah ediyor, işten atılmaktan kıl payı kurtuluyorum. Akyazılı gençlere de sitem ediyorum: Ne işiniz var sizin kavgada, karakolda çocuklar?

‘Biz Can Derdindeyiz, Sen Röportaj; Defol Buradan!..

Üç dört ay içinde beni Sakaryaspor idmanlarını takip görevine terfi ettirdiler. İdmanlardan notlar yazıyorum. Sakaryaspor Süper Lig’de ya, ülkede Turgut Özal birkaç aylık başbakan daha, 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi sonrası (günümüzde darbe çığırtkanlığı yapanların kulakları çınlasın) siyasi hayat yeni yeni normalleşmeye çalışıyor, bizim şehirde (ne bizim şehirde, her şehirde) spora, futbola ilgi çok üst düzeyde. Popülaritemiz artmaya, tanınmaya başlıyoruz yavaş yavaş. Gitgide futbolcularla dostluklar başlıyor, Kostik Mustafa, Aykut Yiğit, Oğuz Çetin’le frekanslarımız uyuşuyor.
Gazetede akşamları muhabirlere nöbetler yazıyorlar. Nöbette Polis telsizini dinliyoruz, kaza, yangın vesaire olursa atlayıp gidiyor, haber yapıyoruz. Benim gece nöbetime bir yangın, daha doğrusu bir patlama denk düşüyor. Taksiye atlayıp gidiyorum. Çark caddesindeki İmam-Hatip’in yurdunun (ki ben de o yurtta dört sene kalmıştım) ek binasında kalorifer kazanı patlamış, hemen arkasındaki iki katlı eski bir evi perişan etmiş. Aile feryat figan, mahalleli toplanmış. Evin erkeği işte, vardiyalı. Benden hemen sonra da o olay yerine intikal ediyor. Adamcağız şaşkın, çaresiz… ben yaklaşıyorum, kendimi gazetemi tanıtıp röportaj sorusu soruyorum: ‘Kalorifer kazanı evinizi mahvetmiş, neler hissediyorsunuz?’ Adam, şaşkın ve öfkeli, cevap vermiyor, etrafına bakınıyor, oradan bir tahta parçası kapıp peşime düşüyor beni dövmek için, başlıyor küfrede küfrede beni kovalamaya; ‘Pe… biz burada can derdindeyiz, sen röportaj, Defol, gebertmeyeyim şimdi seni!’ Eski yüz metreci olduğum için dayak yemeden kurtarıyorum ama bir şey daha öğreniyorum: Karşımızdakinin psikolojisini hesaba katmadan hayatta hiçbir şey başarılamaz!..