Kitabın yazarı pek kıymetli hocam Fahri Tuna. Kitapta gidip gördüğü, sonrasında kalbinin kaldığı şehirlerden kırk tanesini seçip kaleme almış. Bence diğerleri kıskanmıştır ama bunu buradan söyleyip hocamı kırmak istemem. Bir şehir olsaydım ve beni atlayıp komşu şehrim yazılsaydı artık bir kent diğer kenti ne kadar kıskanabilirse o kadar kıskanırdım. Biraz kıskanç biriyimdir.

Kitap çıkınca ilk ben almak istedim ama geç kalmıştım. 16 Temmuzda basın toplantısının olacağı gün ancak vakit bulmuş, imzalatmak üzere alıp toplantıya katılmıştım.

Kitap elimde iş yerime kadar sabırsızlıkla yürüdüm. Meğer PTT Aralığına benim iş yeri bayağı uzakmış. Yerime kurulur kurulmaz kitabı masaya koydum. Bir süre kapağını inceledim.

Adapazarlıyım ya hemen Adapazarı’na ait resim aradım. Sol üstteki minik cami sanki Orhan Camii gibi ama olmayabilir de. Sağ üstteki yapıyı da sanki gözüm Adapazarı’ndan ısırıyor gibiydi. Belki de tüccarlar Adapazarlıydılar. Tam bilemedim. 

Bir alışkanlığım var, nereden kaptım bilmiyorum. Nerede bir kitap görsem hemen elime alıp rastgele bir sayfa açar, o gün için derinlerden gelen bir işaret, bir ders talep ederim. Çoğu zaman da anlamlı işaretler aldığıma inanırım.

40 şehrin portresinde de ilk açtığım sayfa 85. Sayfa oldu. Mardin şehrini açmıştım.

Gittim mi? Yok hiç gitmedim. Mardinli birisini tanıyor muyum? Yok. Utanarak itiraf ediyorum ki haritada da yerini şak diye gösteremem. E ne demeye bana Mardin çıkmıştı?

Kitapta başka hangi şehirler var diye baktım: İstanbul, Selanik, Yemen, Gaziantep, Malatya vardı.

Okumaya başladım çünkü toplantıda bana soran olursa hayır okumadım demek istemiyordum. En azından bir kaç saate kitabı yarılarım dedim. İlk Mardin’i okumam lazımdı. Ne de olsa o beni, ben onu seçmiştim.

Şöyle başlıyordu portre: 'Mardin masal şehir. Yok hayır rüya şehir. Daha doğrusu: Masallardaki rüya, rüyalardaki masal şehir. Zümrü-ü Anka örneği, yirmi dört medeniyette, her seferinde yeni bir ruh ve güzellikle yeniden dirilen şehir.'

Hâlâ neden Mardin çıktı diye düşünürken acele okumaya devam ediyordum. Dışarıdaki deli köpeğin havlamaları arttı. Deli köpek benim kitabı okuyamamamı ve toplantıda mahcup olmamı istiyordu. Zaten bu hayvan oldum olası sanat düşmanıdır. Sürekli havlar ama ben işimin en can alıcı yerindeyken havlamasını şiddetlendirir ki ben orda tıkanayım, bir Picasso olamayayım. Bir Picasso değilsem bilin bu deli yaratık yüzündendir. Bu sefer beni sabote etmesine izin vermedim ve çok akıllıca bir hareket düşündüm, kapıyı kapattım. Sesi azalmıştı.

Okurken biraz tüylerim diken diken oldu. Yavaş yavaş sindirerek okumak istedim. Birkaç kez tekrar tekrar okudum. Durdum dinlendim, düşündüm, okudum. Yazının sonunda hocam ‘Mardin için seksen bir ilin gerdanlığıdır, taşın dile geldiği.’ Diyordu.

Evet, Mardin'i sevmiştim. Taşı bile dile getirdiğine göre Mardin bir kadın olmalıydı. Ve geceleri daha güzel göründüğüne göre beyaz tenli, simsiyah dalgalı uzun saçları olan, yıldızlardan gerdanlık takmış bir kadın. 

Gözümü kapadığımda bana doğru geliyordu Mardin. Her adımda kolyesinden birkaç yıldız kopuyor, arkasından yükselip sonsuz uzayda yerlerini buluyorlardı. Ve fakat gerdanlığındaki yıldızlar hiç eksilmiyordu. Gece olduğu için bayağı soğuktu. Temmuzun ortasında birisini üşütmeyi başarmak ancak usta kalemlerin işi olmalıydı. Deli köpeğin şiddetlenen havlamasıyla gözlerimi açtım. Güzel Mardin gitmişti. 

Mardin'in portresi buydu ve ben Mardin’e gitmeden kitap Mardin'i bana getirmişti.

Acele okumam gerektiğini düşündüğüm için kendimden utanmıştım. Dinlenerek yudum yudum içmek gerekirdi kırk şehrin portresini. 

İkinci şehir olarak tabii ki Adapazarı’nı okumam gerekirdi. Köklerimi hiç bırakmamacasına saldığım verimli topraklarım. İlklerim, anılarım, ebediyete uğurladığım anamın, babamın toprağında dinlendiği yurdum. 

Fahri Tuna Hocam güzel Adapazarı’nın portresine Orhan Camii’nden başlamış, mutfağından, yazarlarından, fotoğrafçılarından ve son olarak ev sahipliği yapan huzurundan çıkmış.

Burada kendisine bir eleştiri yapma hakkını kendimde görüyorum. Kendisinin soyadı bildiğiniz üzere Tuna’dır. Nedense Sakarya ismi için sadece nehrin ismi, seveni pek yok demiş. Mesela benim de soyadım Meriç ama Sakarya ismini hiçbir zaman ikinci plana atmadım. Bence burada biraz kıskançlık var. Doğrusunu hocam bilir ama nehirler nehirleri sevmeli. Hepsi birlikte akmalı. Yoksa bu metinde hocam soyadı Sakarya olan birisine gönderme mi yapıyor?

Adapazarı portresini okuduktan sonra Sakarya ismine ben de biraz gıcık oldum. Kitapta da yazdığı üzere 'Sangarius 724 kilometrelik nehrin sadece 110 kilometresi mahcup bir edayla selam verip şehrin kıyısından geçer.' Demek bir kabahati var ki mahcup olmuş. Neyse aralarındaki husumet beni pek ilgilendirmez. Tuna ile Sakarya'nın arasına Meriç girerse ikinci Sakarya Meydan Muharebesi’ni başlatmış oluruz.

Şaka bir yana basın toplantısının saati gelmişti. Toplantıda kırk şehrin portresi anlatıldı ama beni en çok etkileyen daha sonra kitabı tümüyle okuduğumda da hissettiğim Balkanlar’ın sevgisi, özlemi ve dostluğu oldu. Kitabı okuyan herkes ‘Balkanlar’a gidin, bağlarımızı koparmayın’ diyordu. Aslında Balkanlar da büyük bir hasretle bizi bekliyormuş.

Kitabı bitirdiğimde İstanbul’dan Eskişehir’e, Kudüs’ten Tarsus’a, Gaziantep’ten Konya’ya kilometrelerce yol kat etmiştim. Şehir şehir gezdim, insan insana tanıştım ve yine utanarak söylüyorum ki bazılarının da yerini etraflıca öğrendim.

Bazı şehirleri okurken güldüm, bazılarını okurken ağladım, bazı şehirlere tekrar tekrar gidip daha çok ağladım. Şimdi bir şehre gitmeden eğer ‘Kırk Şehrin Portresi’nde hocam yazmışsa açıp okuyorum. Eğer yazmamışsa içten içe kızıyorum. Neden yazmamış diye.

Mesela Adana portresinde ‘Adana berekettir. Ovadır. Çukurova’dır’ diye başlıyor. ‘Kebaptır, ciğerdir, şalgamdır’ diyerek de devam ediyor. Ne yazmış? Kebap yazmış. Ne yazmış? Şalgam yazmış. Adana’yı okuduğum gün Adana kebap diye ortalarda dolanmıştım. Kebabı yemem gerek, şalgamı içmem gerek. En sonunda da muradıma ermiştim.

Mostar'ı okuduğum gün ise kötü bir gün geçirmiştim de Mostar’da olaydım da köprüden kendimi ataydım diye ağıt yakmıştım. 

Şanlıurfa’yı okuduğumda ise aslında zor olan bir şeyi ne kadar erdemli yaşadığımızı fark ettim. Birebir yazıyorum çünkü hocamın o güzel anlatımını bozmak istemiyorum. Şöyle akıyor kaleminden kelimeler Tuna'nın: 'Türk'ün, Arap'ın, Kürt'ün iç içe, omuz omuza, gönül gönüle yaşadığı, yaşatıldığı, yaşanıldığı şehrin adıdır Urfa. Urfalı bir ahbabımın diliyle 'annem Arap, babam Kürt, anneannem Amasya Türk'ü; şimdi ben neyim? Beni enine mi, boyuna mı, üçe mi böleceksiniz beni? Urfa’nın Urfalının ırk derdi yoktur, hiçbir zaman da olmamıştır.'

Kırk Şehrin Portresi’ni burada ayrı ayrı yazmak hatta resimlerini çizmek isterdim. Ben onların hepsini birer kuş olarak çizdim. Fahri Hocamın yüreğinden bizim yüreğimize konacak, hocamın şefkatle yetiştirip tek tek özenip tek tek büyüttüğü yavrularını bizim gönlümüze konmak üzere gökyüzüne emanet ettiği kırk güzel kuş, kırk müjdeli haber, kırk sessiz çığlık, kırk acılı ağıt. 

Sanat nasıl yüce bir eylemdir, sanatçı nasıl bir insandır ki; hiç gitmediğimiz yerlere götürür de yorulmayız, hiç katılmadığımız savaşlarda şehit eder de diriliriz, gazi eder daha sağlamlaşırız. Yaşamadığımız aşkların yanından geçer, sırça köşklerde uyanırız.

Sanatçı bir ağlar, bir güler ama asla sanattan vazgeçmez.

Fahri Tuna'nın emeğine, yüreğine, kalemine, ayaklarına sağlık. Ömrü Tuna gibi saf, kalemi Sakarya gibi bereketli (her ne kadar kıskansa da), yüreği Meriç gibi sonsuz, hayat hikâyesi Nil gibi efsanevi olsun. 

Not: Kitabı okuyup canı kebap çekenlere umarım Fahri Hoca kebap ısmarlama nezaketi gösterir.

Fahri Tuna, ’40 Şehir Portresi’, Hayy Kitap, 2019

Ressam Aysun Meriç, Fahri Tuna’ya ’40 Şehir Portresi’ tablosunu hediye ediyor. (16.7.2019)

Fahri Tuna’nın öğrencileri ‘40 Şehir Portresi’ni değerlendiriyorlar. 16.7.2019