Hep merak ederiz: Şairler nasıl yaşarlar, nasıl yazarlar? Nerelere gider, ne yiyip içmeyi severler? Kızgın mıdırlar hayata, etrafındakilere, kendilerine? Yoksa sevecen mi? Hangi mevsimin, hangi şehrin insanıdırlar? Gezmekten hoşlanırlar mı; yeni yerler, yeni çevreler tanımaktan? Kapanıp kitap mı okurlar yoksa boyuna? Evde, kahvede, kırda, pasajda, yürürken… Nerede yazarlar şiirlerini en çok? Nereye yazarlar? Süt beyaz kâğıtlara mı, not defterine mi, sigara kâğıdına mı, avuçlarına mı? “Kimlere yazarlar boyuna?” Nasıl yaşar, nasıl yazarlar? Nasıl adamlar bu şairler?

Bunları öğrenmenin yolu vardır elbet. Hatta bazen şairler kendileri cevap verirler bu tür sorulara. Üstelik de şiirlerinde yaparlar bunu. İşte Orhan Veli, “Ben Orhan Veli” diye söze girdiği başlıksız şiirinde anlatıyor nasıl bir adam olduğunu. “Evvela adamım” diyor, peki sonrası?

Evde otururum

Masa başında çalışırım.

Bir anne ile babadan dünyaya geldim.

Ne başımda bulut gezdiririm,

Ne sırtımda mühr-ü nübüvvet.

Ne İngiliz kıralı kadar

Mütevazıyım,

Ne de Celal Bayar’ın

Ahır uşağı gibi aristokrat.

Ispanağı çok severim.

Puf böreğine hele

Bayılırım.

Malda mülkte gözüm yoktur.

Vallahi yoktur.

Sevgilisi de varmış ama Orhan Veli vermiyor sevgilisinin adını; “Onu da edebiyat tarihçisi bulsun” diyor. Sonuç olarak, kendine dair çok da bir şey söylemiyor aslında değil mi? Ne anlıyoruz ama? Ne anlatmak istiyor bize şair? Şiirde yapmak istediği şeyi elbette: Basitliği, sadeliği. Alelade bir adamım diyor, kısaca. Entelektüel snopluğun içinde kaybolup gitmeden, halkının beğenilerini, zevklerini, yaşam biçimini bilen, paylaşan bir şair. Ankara’daki Karpiç’te yahut İstanbul’daki Çiçek Pasajı’nda beraber oturamadık ama Adapazarı’nda, ne bileyim, Ömer’in lokantasında yemek yemeyi çok isterdim onunla, kahveyi de Uzunçarşı’da, rahmetli Mehmet Toplar’ın eczanesinde içmeyi. Nedenini bilmem, çarşı deyince, uzunu kapalısı fark etmez, esnafın, kalabalığın içinde yine de kendimize bir yalıtılmışlık, bir yalnızlık yaratabildiğimiz, fonda hep insanların, bir gürültülü telaşın olduğu, yeni ıslatılmış sokaklarda “piyasa vakti”… Çarşı deyince aklıma Orhan Veli gelir. Bu arada, Orhan Veli’nin hikâye de yazdığını biliyor muydunuz? Hoşgör Köftecisi’ni okuyunuz. Onun sade iyi bir şair değil hikâyeci de olduğunu göreceksiniz.

Attila İlhan, her kitabının sonuna eklediği “Meraklısı İçin Notlar”da anlatıyor şiirlerinin yazılış öyküsünü. Ve tabii kendini de.İzmir, İstanbul, Paris… Büyük şehirler, büyük aşklar, “çığlık çığlığa terk edilen”… Biraz bohem, biraz aristokrat, serseri biraz… Yoksulları da tanımış, artistleri, zavallıları, kimsesizleri, travestileri de. En yakından şahit olmuş hepsinin hayatına. Güzel kadınlara ayrı meftun. Çok yaşamış bir adam Attila İlhan, çok gezmiş, çok görmüş. Kendi deyimiyle, “Birkaç hayat çıkar yaşamasından”. Öyle bir şair! Boşuna “Kaptan” demiyoruz. Ufku geniş; limanları, denizleri bol bir şair. Seyir defterini de kendi yazmış.

Öbür tarafta, Cemal Süreya, Türk şiirinin hep duygusal, hep lirik ve hep de âşık adamı. Öyle, çok âşık bir adam Cemal Süreya. Hayatta kaybedip aşkta kazanıyor, aşkta kaybedip şiirde… Hiç Attila İlhan gibi değil fakat o. Sınırlı bir hayattır benim hayatım, diyor mesela, kendinden bahsettiği bir kayıtta. Ve anlatıyor, defalarca dinlenesi bir naiflikle:

“Nasıl bir adamım? Herhalde şöyle: Çocukluğunu yitirmemiş bir adamım. Bununla birlikte, biraz da ciddi bir adamım. Okuyan bir adamım. Yalnız bir adamım. Fazla kalabalıktan hoşlanmam. Küçük bir arkadaş çevrem vardır, bunun dışına çıkmam. Bu çevreler bazen değişir. Ama genellikle küçük bir çevredir. Dolaşmayı da fazla sevmem. Aynı masada oturmayı, aynı masada çalışmayı severim. Yemek yemeyi de öyle, aynı lokantaya giderim. Yani sınırlı bir hayattır benim hayatım.”

Merak ediyoruz: O “sınırlı hayat”tan edebiyatımıza, yaşantımıza, dünyamıza damga vuran şiirler nasıl çıktı acaba? Cevabı belli, “Okuyan bir adamım” diyor ya, işte! Orada duralım ama. Ben çok okuduğunu da düşünmüyorum Cemal Süreya’nın. Ne okuyacağını biliyordur olsa olsa. Bu da az şey değil. Evcil biri mi? Epeyce… Ziya Osman Saba gibi yalıtılmış “ev”inin içinde mutlu, Behçet Necatigil gibi “Hayatı kasten daraltan” bir şair o da. O darlığın içinde şiirini zirveye taşımış. Daha geriye gidelim, Tevfik Fikret için Aşiyan neyse, Cemal Süreya’nın evi, sokağı, Hatay Meyhanesi de o demek sanki. Yazıyla iç içe, yazıyla hemhal. Cins şair. Kafası da karışık çoğu zaman. “Ben bazen istasyonu bulamayan bir adamım” diyor ya, bundan olsa gerek.

Peki ya öbür şairler? Nâzım Hikmet’ten Necip Fazıl’a, İlhan Berk’ten Cahit Zarifoğlu’na… Türk şiirinin ölümsüz ustaları.Onlar nasıl “adamlar”dı acaba? Nasıl yazar ve yaşarlardı? Kendilerini nasıl anlatmışlardı? Başka bir yazıda da onlara bakacağız.