Vebalı değillerdi. Bilinen herhangi bir başka bulaşıcı hastalıkları da yoktu. Lakin, onlarla karşılaşanlar, ölümün soğuk nefesini enselerinde hisseder, bu ürkütücü adamlarla göz göze gelmemek için, yüzlerini hemencecik başka tarafa çevirirlerdi.
  Gölgeleri yüreklere korku salmaya yeterken, adlarının geçtiği sohbetlerde ise ürkütücü yeller eserdi.
  Sessizliğe mahkum dünyalarında  yapayalnız yaşar, toplum tarafından nefret dolu bakışlara mahkum edilirlerdi. Mesleklerinden ötürü adları her daim bedduaların başköşesinde  yer alırdı.
  Bu sağır ve dilsiz adamların öldükten sonra da çileleri nihayete ermez, yaşamları boyunca kaderleri olan dışlanmışlık, ebedi istirahatgâhlarında da peşlerini bırakmazdı.
  Hiç kimse onlarla aynı mezarlığa defnedilmek istemezdi. Şehrin en ücra köşelerine/dış mahallelere  onlar için özel kabristanlar yapılırdı. Mezarlarına, ahali tarafından  herhangi bir zarar verilmesin diye, cesetleri gözden ve duadan ırak, tenha yerlere gömülürdü.
  Mezar taşlarına, kimliklerini açık edecek hiçbir şey yazılmazdı. Bırakın mezar taşlarına adlarının yazılmasını, el-Fatiha temennisinden bile mahrum bırakılan bu can alma erbapları, kıyamete kadar lanetli sözlere muhatap olmamak için, son nefesini vermiş kimliklerini, isimsiz taşların gölgesine gizlemek zorunda kalırlardı.
Peki kimdi bu adamlar? Neydi suçları? Mezar taşlarına adları yazılamayacak kadar tepki alacak ne yapmış olabilirlerdi? Onlara yönelik bu tecrit ve öfke ne zaman nihayete erecekti?
***
Cellatlar, tarihin dilsiz tanıkları…
  Devlet-i Aliyye’ nin sağır ve dilsiz ölüm erbapları... Katli vaciptir fermanını, fiiliyata geçiren, nefret dolu beddualarla ebediyete uğurlanmış, iri cüsseli, soğuk kanlı, yalnız adamlar…
  Osmanlı’ da cellatlar, genellikle Çingene, Kıpti ve Hırvatlar’ dan seçilirdi. Sağır ve dilsiz olmaları tercih edilen en önemli vasıfları olmakla beraber, soğukkanlı, gaddar, fizik olarak güçlü kuvvetli olmalarına da özellikle dikkat edilirdi.  
  Askeri bir düzen içerisinde yetiştirilen cellatlar, bostancılar ocağının bir kolu olarak görev yaparlardı. 
  İlk etapta doğuştan sağır ve dilsiz olan engelliler bu görev için seçilirlerdi. Bazen sağlıklı kişilerin de dilleri, cellat olabilmeleri için özellikle kesilebiliyordu.
  Padişahın özel koruma birliği olan bostancıların başında bulunan rütbeli askere bostancıbaşı deniliyordu. Bostancıbaşı aynı zamanda cellatlar ocağının da başıydı. 
  Bostancıbaşı bir başka ifadeyle baş cellat, direk padişah tarafından seçilirdi. Bostancıbaşı sadece sultandan emir alırdı. Sultan dışında hiç kimse ona emir ve talimat veremezdi. Önemli kişilerin idamı Topkapı Sarayı’ nın birinci avlusunda yer alan Cellat Çeşmesi’ nin önünde yapılırdı. Cellatlar, infaz sonrası kana bulanmış pala, kılıç gibi silahlarını bu çeşmede yıkadıkları için bu çeşmeye Cellat Çeşmesi denilirdi. Bu çeşmenin önünde mermer bir taş ya da sütun bulunurdu. Bu taşa halk ibret taşı diyordu. Bu taşa, boynu vurulan kişinin kellesi ibret olsun diye konur , infaza uğrayan kişinin kesik kafası belli bir müddet halka sergilenirdi. 
  Öldürülen kişi gayrimüslim ise, ceset yüzü koyun çevrilir, vücuttan koparılmış kafa/kelle cesedin kalçalarının üzerine , Müslüman ise koltuğunun altına konulurdu. Kelle koltukta deyimi de bu uygulamadan gelmektedir.
  Cellatlar sadece idam cezalarını infaz etmekle kalmaz, suçlulara ağır işkenceler de yaparlardı. İşkence konusunda uzmanlaşan bu gaddar adamlar, konuşmamak için direnen mahkumları ve esirleri dile getirmede çok maharet sahibiydiler.
  Heybetli ve vahşi görünüşleri, üstlerinde taşıdıkları pala, satır, çengel, kama, ip gibi araçlarla daha da ürkütücü bir hal alıyordu. Ölümü ve ızdırap  dolu işkenceleri hatırlatan bu adamlar, görünüşleri ile adeta topluma, suç işlerlerseniz başınıza ne geleceğini biliyorsunuz mesajını veriyorlardı. Evliya Çelebi seyahatnamesinde, cellatlar için, “ Bu adamların suratında meymenet yok zehir gibi adamlardı.” demiştir.
  Cellat denilince akla ilk gelen mekanların başında Balıkhane Kasrı gelirdi. Bu kasra getirilen suçlular, haklarında hüküm çıkana kadar burada tutulurdu. Gardiyanlar ellerinde bir bardak şerbet eşliğinde mahkumun yüzüne haklarındaki hükmü okurlardı. Celladın elindeki şerbet beyaz renkli ise, mahkum idamdan kurtulduğunu, müebbet hapse veya sürgün cezasına çarptırıldığını anlardı. Şerbet kırmızı renkli ise, maktul idam edileceğini bilir, korku içinde son duasını ederdi. 
  Katli gerçekleştirilen maktulun tüm eşyaları, hatta cesedi bile, infazı gerçekleştiren celladın şahsi malı sayılırdı. Cellatlar bu eşyaları, maktulun yakınlarına veya başka kişilere para karşılığında satabiliyorlardı . Öyle ki, bu tür infazdan kalma malların satıldığı hususi cellat mezatları düzenlenirdi. Bu mezatlarda satılan eşyalar, genellikle piyasa değerinin çok altında bir fiyata satılırdı. Bunun nedeni ise ölülere ait eşyalara ahali rağbet etmez, bu eşyaları almakla uğursuzluğa uğramaktan korkarlardı.
  Sözün kısası, verilen ölüm kararlarını hukuk çerçevesinde hayata geçiren cellatlar, toplum tarafında her daim dışlanmışlardır. Ölüm fermanını veren kadılar, halk tarafından saygı ve ihtimam görürken; bu kararı fiiliyata geçiren cellatlar ise itibar görmemiş, dışlanmışlardır.