Seyahat boyunca Çark Mesire’nin hizmetkarı Rahmi Sak ile birlikte çıktığımız ve bir hafta boyu Polonya, Almanya, Danimarka ile İsveç’i kapsayan hızlandırılmış seyahatimizin ilk durağı, Avrupa’da Türkler’i ve Türkiye’yi en fazla seven millet olan Polonyalılar’ın ülkesi oldu...
Hazır oraya gitmişken, Nazi döneminin en büyük ve acımasız toplama kampını ziyaret etmeden gelmek olmazdı elbette… Polonya deyince akla, Varşova gelir hiç kuşkusuz…
Ancak varınca bu asude ülkeye, kazın ayağının öyle olmadığını gördük...


BİR DÖNER İMPARATORU
Almanya ve Polonya’ya döneri sevdiren tanınmış işadamı Ebubekir Taşçı “Polonya’ya gelip de sivil halka yapılmış Nazi zulmünü günümüze taşıyan dehşet görüntüleri ile Auschwith ve Birkenau ölüm kampı müzesini ziyaret etmeyen, kendini Polonya’ya gelmiş saymasın” diyordu…
Uçağımız önce Berlin’e indi…
Uçakta yanımda oturan Almanya’da polislik yapan Nazan adlı hanımla yaptığımız ve uçuş boyu süren sohbet, Berlin’de ve Hamburg’da nereleri görüp, nereleri ziyaret edeceğimiz açısından hayli yararlı oldu...
Bir koca tarihi bağrında saklayan heykelleri, parkları, ünlü Branderburg Meydanı ile Doğu ve Batı Almanya’nın derin izlerini taşıyan duvarları, kurşun izleri ile delik deşik olmuş çatışma alanları, ilk anda bizi adeta tarihin içinde bir sihirli yolculuğa çıkarır gibiydi Berlin’de…
Daha sonra dönmek üzere ayrılıyoruz, akşamın ilerleyen saatinde bu görkemli şehirden…
Polonya’ya doğru yola koyuluyoruz...
Dört kişiden oluşan grubun şoförlüğünü Ahmet Taşçı, komutanlığını ise babası, bir zamanlar Almanya’nın en büyük sebze-meyve ithalatçısı olan Ebubekir Taşçı yapıyordu...
Almanya’da hakkında öyle anlamlı ve özel sözler söylenen Taşçı bakmış ki nasıl olduğunu bilmediği bir tuzağa düşüp gelmiş iflasın eşiğine…
Çekip gitmiş Polonya’ya, küllerinden doğmak üzere…
Şimdi hindi ve tavuk döneri pazarlıyor…
Fabrikada 70’e yakın Polonyalı çalışıyor, kadın-erkek...
Muhasebesini, birkaç dil bilen ve öğretmenken zorlukla ikna ettiği İvanova adlı son derece yetenekli ve o derece bilgili, zarif bir genel müdürü yürütüyor...

VE NAZİ ÖLÜM KAMPINDAYIZ
Polonya gezimizin ölüm kampı ayağında bize de tercümanlık yaptı...
Anlattıklarını dinlerken, insan insanlığından utanacak bir farklı ruh haline giriveriyor...
İkiz iki küçük çocuğun kobay olarak kullanılması öyküsü, Rahmi Sak’ı düşüp bayılacak hale getiriyordu...
Hava güneşli ancak soğuktu…
Buna rağmen gelen ziyaretçi kafileleri bu dehşet kampına olan ilginin canlı örneğiydi…
Önce bir kısa film izledik…
Sonra gruplar halinde ve rehberler eşliğinde gezmeye başladık...
İvanova hanımın Taşçı’ya, Taşçı’nın da bize tercüme ettiği sözler öyle korkunçtu ki, dile getirmek dahi zor…


Her girdiğimiz koğuşun ayrı bir acı hatırası var duvarlara, odalara, camekânlara yansıyan…
Binlerce ayakkabı, binlerce gözlük, koca bir odayı dolduran saçlar, kullanılan ölüm gazı kutuları, çalışmaktan bitap düşmüş esirlerin fotoğrafları…
Gaz odaları, yakma fırınları, kaçmayı engelleyecek elektrikli teller…
Yan yana dizilmiş beton yuvarlaklardan oluşan tuvaletler, kırık dökük, tekinde asgari iki kişinin yatmaya çalıştığı ranzalar…


PAPAZIN FİGANI…
Ölüm hücreleri ve “Ne olur bu zulmü durdurun. Onların yerine beni asın” diyen papazın çiçeklerle süslenmiş tek kişilik hücresi…
Her kaçışta, hangi koğuştan olursa olsun, haber vermedikleri için en az 20 kişinin kurşuna dizildiği duvar ve cehennemi andıran yakma odalarını gezerken, kampın acımasızlığı karşısında insanın adeta nutku tutuluyordu…
Polonyalı rehberimiz, babasının milliyetçi Polonya radyosunu dinlerken, bu kampa getirilişini anlatırken, nasıl da duygulanmıştı...
Oradan kurtulan az sayıdaki talihli Polonyalı’dan biriymiş babası…
Onun anlattıkları, kitaplara sığmayan bir roman olmuş…


İLK GELENLER
Kampa ilk gelenler tasnif ediliyor, sağlamlar bir yana, hasta ya da engelliler diğer tarafa…
Kurtulmak ümidiyle hasta olduğunu söyleyenler ayrılıp gruplar halinde daha ilk günden, işe yaramadıklarından gaz odasına sonra da yakma odalarına gönderilmiş...
Alman doktor Josef Manger her sınıftan esiri kobay gibi kullanıp üzerinde hayvanlara yapılan deneyler uygulamış.
Dilleri çekilerek koparılan, burun delikleri zorla açılan çocuk çığlıkları yeri göğü inletiyormuş...
Ölmek istemeyenler ayakta kalmak ve çalışmakla kurtulurken, yorgun düşüp hastalananlar doğru gaz odalarına ve fırınlara sevk edilmiş…
Bu kampta yaklaşık bir milyon 300 bin Yahudi, Roman, Sintiler endüstriyel bir ölüm şekliyle yakılmak üzere bugün bile görenleri dehşete düşüren ölüm kampındaki 56 bin kişiden, 15 bini yolun sonunu görememiş...


BİRKENAU ROMANLAR’A DA MEZAR OLMUŞ
Auschwith’e sığmayan Yahudi, Roman ve Polonyalı esirler buraya 15 dakika uzaklıktaki 149 hektarlık Birkenau’ya gönderiliyormuş...
Almanlar bazı delilleri yok etmek için koğuşları yakmış, bacaları kalmış ayakta…
Kampa getirilen esirler için kullanılan tren içeri giriyor...
Bir yük vagonu ki ölüm kusuyor…
Kampın ortasında ziyaretçilerin ilgi odağı olarak duruyor hâlâ...
İçinde insan değil, hayvan değil, canlı varlık zor yaşar…
Bu kampta hayatta kalmayı başaranlar 27 Ocak 1945’te Sovyet birliklerince kurtarılmış…
Bilmem, insanlık bir daha bu derece akıllara durgunluk verecek zulme tanık olur mu…
Sabahtan başlayıp akşam vakti sona eren ölüm kampı turunda görüp duyduklarımızı tam anlamıyla anlatmaya kalksak, ciltlere sığmaz roman olur deyip, kamptan ayrılıyoruz…
Daha sonra Varşova, Lodz ve Polonyalılar’ın her taraftan yürüyerek gelip hacı oldukları kiliseler şehri Cz?stochowa’yı dolaşıyoruz…
Polonyalılar hayli dindar…
Bunu, görkemli kiliselerindeki ayinlerinde gördük bir kez daha…
Varşova, Lodz ve Ebubekir Taşçı’nın yaşadığı Radomsko gezileri ile Polonya’yı geride bırakıp, aynı ekip halinde Berlin’e dönüyoruz…
Buralarla ilgili izlenimlerimiz de gelecek haftaki Pazar Filesi’ne kalsın istedik…