Tercihini gönlünden yana kullanmıştı Sadık Canlı. Mutluydular. Yaradanı onu ve eşini ‘Aslı’ ile ödüllendirecekti bir süre sonra. ‘Aslı’na dönmüş ve ‘Aslı’ını bulmuştu doktor. Almanya’daydılar. Yolundaydı her şey; para, imkân, giyim kuşam, yeme içme, her şey birinci sınıftı.

Ama…

Aması vardı içinde halledemediği; bu ezansız memlekette sıkılıyordu. Okuyor, düşünüyor ve durmadan sıkılıyordu: Mesleğinin dışında en çok meşgul olduğu üç eylem şunlardı: Okumak, düşünmek ve sıkılmak.

Evlendiğinde, Aslı’sının doğumuna şahit olduğunda ayakları yerden kesilen Doktor Sadık, mutsuzdu şimdi. Tarlabaşı’ndayken her sabah hayran hayran seyrettiği Süleymaniye’nin minarelerini, kubbesini özlediğini fark etti. Ramazan akşamlarını, sabah ezanlarının sükûn, huzur ve şefkat kokan saba makamını özlemişti en çok.

Pek içine sinmeyen, ona her bakışında uzak ve yabancı gelen Galata Kulesi bile, Almanların o sert, dik ve soğuk mimarisi yanında sıcak, sımsıcak geliyordu şimdi.

Süheyl Ünver Hoca’sını hatırladı, onun sözlerini, işaret ettiği medeniyeti hatırladı. Sultanahmet’teki akustik bir yönüyle şiirdi, Itri’nin besteleri bir yönüyle Selimiye mimarisiydi, Edirne’den son geçişinde uzaktan da olsa bunları hissetmişti.

Sekiz yıldır içinde yaşadığı, planlı, kalkınmış, gelişmiş, zengin Batı medeniyetinin ruhsuz ve mutsuz donuk yüzlü yığınlarına baktı; bir de bestesiyle, şiiriyle, mimarisiyle, ebrusuyla, hattıyla kendi öz medeniyetine…

Sonra tekrar hocası Süheyl Ünver’in dile geldi zihninde, o naif sesiyle, sık sık hâtıralarını anlattığı şair dostu Yahya Kemâl’den bir beyitle:

             “Ne Harabîyim ne Harabatîyim

               Kökü mâzide olan âtîyim”

Evet, evet! O ‘kökü mâzide olan âti’ olmalıydı!

Dortmund Hastanesi Acil servisinin telefonu çaldı, bilmem hangi kazadır haber veriyorlardır diye düşündü genç doktor. Meğer telefon memlekettenmiş. Zaten sesi ve coşkusu her zaman bir müjde olan anneciği Vasfiye Hanım, bir güzel haber daha veriyordu:

“Bir kızın daha oldu Sadık!”

Yaradan, Aslı’dan sonra bir armağan daha sunuyordu genç çifte. Bir kraliçe, bir Ece... Şükretti Sadık Canlı, Allah’a. Teşekkür etti anacığına sonra. “Adını Ece koyun lütfen anneciğim.” diyebildi. Bunu güçlükle söyledi, çünkü neredeyse dili tutulmuştu sevinçten.

O sırada Acil servisin kapısında canhıraş bir ambulans sesi duyuldu. Yine kaza vardı, yine yaralılar getirilmişti. ‘Bismillah’ diyerek kapıya doğru yürüdü genç doktor.

 

 

“Dönüyorum Adapazarı’m Sana!”

Meslektaşlarının ancak kırk beşinde ulaştığı maddi düzeye o daha otuzunu geçer geçmez ulaşmıştı. Çifte cerrahi ihtisası vardı üstelik. Ameliyatları hep başarılıydı. Rabbi’nin verdiği yeteneği, bilgiyi; doymak bilmeyen bir ilgi ve merakla hastalarının lehine kullanıyordu.

Babası Ömer Canlı ile annesi Vasfiye Hanım artık yaşlanmışlardı, seksene yaklaşıyorlardı. Üstelik babası rahatsızdı. Onunla ilgilenmesi, hem evlatlık hem de doktorluk göreviydi. Bunun farkında olup hâlâ uzakta kalmak, mutsuzluğunu arttırıyordu.

Bir gece rüyasında, nur yüzlü bir ihtiyar ile bir dere kenarında yürüdüğünü, bir yandan da hasbıhâl ettiğini gördü. Dereden tepedendi sohbetleri; fakat ihtiyar birden durdu, kendisine döndü ve kalbinin hastalıklarına reçete yazar gibi;

“Senin derdinin merhemi, doğduğun topraklarda… Ece’ni al, Aslı’na, memleketine dön!” dedi.

“Hızır, Hızır’sın sen!” derken uyandı Sadık. Gözlerini açtığında bütün sıkıntılarından kurtulmuş hissetti kendisini. Evlatları, eşi uykudaydılar. Bir Fatiha okudu içinden:

“Dönüyorum ya Rabbi!” dedi, “Dönüyorum aslıma, özüme, memleketime. Dönüyorum anama, babama, akrabalarıma. Dönüyorum sana Adapazarı’m!”

Zaten hukuki sıkıntılar da baş göstermişti. Oturum izninin uzatılması sıkıntılı bir süreçti.

Dönüş hazırlıklarına ilk kendinden, kalbinden başladı.

Kararını eşi Ebru Hanım’a açtığında, ondan da sevinçli bir ‘evet’ çığlığı duyacaktı.

Yüreği evlat hasretiyle yanan yaşlı babacığı, haberi duyar duymaz; “Bir kurban kesip fakirlere dağıtalım!” dedi.

Doktor Sadık Canlı ve ailesi, Almanya Dortmund’dan Adapazarı’na dönüyordu; sene, bin dokuz yüz seksen üçün başlarıydı.

 

‘Mevzuat Hazretleri’yle Mücadele

Her şey çok güzeldi. Geniş aile toplanmıştı. Ömer-Vasfiye Canlı çiftinin Yenicamii İzmit Caddesi’ndeki evinde, mutluluk rüzgârları esiyordu mütemadiyen. Çocuk bahçesi neşesi, coşkusu vardı evlerinde. Kesin dönüş yapmışlardı işte, dönmüştü evlatları, dönmüştü Doktor Sadık Canlı. 

Dönmüştü dönmesine; fakat şimdi de ‘mevzuat hazretleri’ dikilmişti karşısına: Almanya’daki çifte ihtisas geçersizdi, Türkiye’de bir tıp fakültesi hastanesinde ihtisas yapması gerekiyordu sağlık hizmeti verebilmesi için.

Düşündüler, taşındılar ve bir çözüm buldular: Ablasının eşi Talat Enişte, Adana’da ağırlığı olan, sevilen sayılan bir avukattı. Çukurova Tıp Fakültesi Dekanı yakın dostuydu. “Yarın görüşürüm, bir imkânı varsa kırmaz bizi. Tamamdır inşallah.” dedi müşfik bir ses tonuyla. Aile biraz olsun ferahlamıştı bunun üzerine.

Oldum olası çok sever, çok takdir ederdi Talat Bey, kayınbiraderi Sadık’ı. Saygısı, efendiliği kadar ondaki cevvaliyet, enerji ve merhamet hep dikkatini çekmişti.

Sabah oldu PTT’ye Çukurova Tıp Fakültesi Dekanı’nın telefonunu verdi; “Lütfen bağlayabilir misiniz?” diye rica etti. O yıllarda şimdiki gibi cep telefonu, direkt görüşme, arama yoktu tabii. Başka şehirden biriyle görüşeceğiniz zaman PTT’nin şehirlerarası telefonuna numarayı yazdırır, saatlerce bağlanmasını beklerdiniz. İki saat sonra bağlandı telefon. Dekan Bey’e kayınbiraderinin durumunu izah etti Talat Arpacılar. Dekan Bey; “Zamanlama harika Avukat bey, çok kısmetliymiş kayınbiraderiniz.” dedi, “On beş güne yeni dönem başlayacak. Şu şu evrakları hazırlayıp hemen başvursun genç doktorumuz.”

1983 yazında Adana Çukurova Üniversitesi Tıp Fakültesi Genel Cerrahi Ana Bilim Dalı’nda tekrar cerrahi ihtisası yapacaktı Doktor Sadık Canlı. Daha doğrusu, bir nevi Almanya Dortmund’daki ihtisasını ortaya koyacak, onaylatacaktı.

“Crohn Hastalığı ve Cerrahi Tedavisi” başlıklı tezini sundu, 1983 yılında. Ardından Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı’na başvurdu; raporlar, tezler, belgeler… Her şey incelendi. T.C. Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanı Prof. Dr. Kaya Kılıçturgay, 04.07.1983 tarihinde;

“İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nden 25.10.1973 tarihinde 653 sayılı diploma ile mezun, 1948 yılında Adapazarı’nda doğmuş Dr. Sadık Canlı, Tababet ve şuabatı sanatlarının tarzı icrasına dair 1219 sayılı kanun ile bu kanuna bağlı Tababet uzmanlık tüzüğü hükümlerine göre; asistanlık süresini bitirerek huzurumuzda yapılan sınavlarda başarı gösterdiğini ve Genel Şirurji dalında bir kliniği müstakilen idare edebilecek niteliği kazanmış olduğunu bildirir uzmanlık belgesidir.” yazan 20494 nolu resmi belgeyi imzalayacaktı.

Evet, Sadık Canlı ülkesi Türkiye’de de, artık resmen genel cerrahtı. Sıra, muayenehane açmaya gelmişti...

 

“Estağfurullah evlâdım!”

Çift ihtisas sahibi Doktor Canlı’nın mizacının devlet memurluğuna uygun olmadığını, hem o hem de cihan bilmektedir. Ona Allah’ın yazdığı kader, biçtiği yol; elbette serbest hekimliktir. Bunun için de bir muayenehane açmak icap etmektedir.

Babası Ömer Canlı, yaşı seksene yaklaşmasına karşın; hâlâ Adapazarı’nın ticaret merkezi olan Uzunçarşı’nın en sevilen, sayılan esnaflarından biridir. Üç beş dostuna oğlu Sadık’a muayenehane açmak için uygun mekân aradığını duyurur.

Tozlu Camii’nin hemen arkasında, Necdet Birgen İşhanı’nın ikinci katında uygun bir daire bulunur, resmi adresi söylemek gerekirse: “Küçükhamam Caddesi No:1, Kat:2 Adapazarı”dır.

Daire kiralanır. Evlatlarına ve şehrine bağlılığıyla, hizmetleriyle tanınan yüce gönüllü, ahlâk ve vefa abidesi Ömer Canlı, hiçbir masraftan çekinmeden, eksiksiz, şahane bir muayenehane armağan eder doktor oğluna: “Buyur evlâdım!” der. Bir ömür onu sarıp sarmalayan, kızları ve oğlu için hiç ama hiçbir fedakârlıktan kaçınmayan babasının yaptıkları karşısında mahcup ve müteşekkir kalan doktor, gözleri yerde elleri önünde bağlı vaziyette konuşur:

“Babacığım, hakkını hiçbir zaman ödeyemem. Bana yaptıkların için çok teşekkür ederim.”

Mütevekkil babanın yavaş bir sesle söylediği cevabı da bir edep örneği, muhteşem bir hayat dersi niteliğindedir: “Estağfurullah evlâdım!”

Genç doktor şükran duyguları içerisinde ‘Allah razı olsun babacığım’ diyerek babasının ellerini kemâl-i edeple öpecektir. Tam bu esnada, onu kucaklayan babasının; “Senden de evlâdım. Hakkım helâldir sana.” sözleri işitilecektir.

Genel Cerrahi Uzmanı Sadık Canlı, 17 Ağustos 1999 depremine kadar hasta kabul edeceği, fizik ve ruh sağlığı hizmeti vereceği bu muayenehanesindeki on beş yıllık sürecine, o gün başlayacaktır.