Erol Yetiş’le tanışmamız 1990’lı yılların başlarına, Atatürk Ortaokulu günlerine kadar uzanır…

Sıkı dost olmamız ise Atatürk Lisesi yıllarına rast gelir…

Yakamoz kahvesini çınlatan şen kahkahaları hala daha gözümün önündedir…

İzah etmesi hakikaten güç; anlatılmaz yaşanır bir dostumdu benim Erol…

Bambaşka bir insandı…

Şairliğe heves ettiğim demlerde kendisi de matbaada çalışıyordu…

İlk kitabım Ötenazi’yi 1998 yılında o basmıştı…

Bu ilk heyecanımda bir an olsun yanımdan ayrılmadı…

Gel zaman git zaman iyice olgunlaştı dostluğumuz…

Aynı zamanlarda siyasete heveslendik ve aynı zamanlarda buluştuk CHP çatısı altında…

Ben gazeteciliğe başladığımda “Gel sen de köşe yaz bizim gazetede” dedim…

Aylarca köşe yazdı, yine bir aradaydık, bu sefer de Yeni Sakarya’da…

Beraber dergi çıkardık bir zaman, Ada’m adı altında…

Hep bir fikir vardı kafasında…

Ne zaman yeni bir iş kurmaya kalksa benim de fikrimi alır, kıyısından köşesinden beni de ortak ederdi…

“Bul şu parayı, beni de kurtar bu sefaletten Erol” derdim ben de her defasında…

Bir kitap okusak, bir film izlesek hemen birbirimize tavsiye ederdik…

Gazetede yazdığım yazılardan beğendiği olursa telefon açıp, “Hadi bir yemek yiyip bu yazıyı kutlayalım” derdi…

Nerede güzel bir yemek yesem, “Erol şuraya mutlaka uğra” der, kendisini de haberdar ederdim…

Çok iyi giyinen bir insan olarak o da bana pantolon, gömlek ve ceketler tavsiye ederdi…

Öyle günden güne, sabahtan akşama beraber değildik…

Lakin haftada bir mutlaka buluşup yemek yer ya da çay içer, hiç olmazsa telefonlaşıp hal hatır sorardık…

Evimi çarşıya taşımama çok sevinmişti, zira onun evi de hemen benim arka sokağımdaydı…

Beraber sabah yürüyüşleri yapmaya karar vermiştik…

Her sabah 6’da onun evinin önünde buluşuyor, Yeni Camii’den yeni stada kadar gidip geliyorduk…

“Dünyada bir tane başarılı insan yoktur ki şu sabah yürüyüşünü ihmal etsin” diyordu…

Bilhassa geçirdiği karaciğer rahatsızlığından sonra kendine çok iyi bakıyordu…

Evler yakın olunca gün içinde de karşılaşıyorduk zaman zaman…

Ne zaman karşıma çıksa içime bir sevinç doluyor, yüzüme bir tebessüm oturuyordu…

Her daim pozitif enerji veriyordu insana…

İnanılmaz zekice espriler yapar, hemen her konuda son derece oturaklı yorumlarda bulunurdu…

Radyo programlarına başlayınca da unutmadım Erol’u…

O günlerde de genç girişimcilerle alakalı bir derneğin başına geçmişti…

İki defa konuk ettim onu radyoda…

Tıpkı zaman zaman kendince döşediği evinde beni konuk ettiği gibi…

Tam bir proje adamıydı ve hep birlikte bir şeyler yapmak isterdi benimle…

İkimizin geçmişinde de Eskişehir’de öğrencilik günleri vardı…

Ortaokul ve liseyi aynı okulda bitirmiş, üniversiteyi de farklı zamanlarda da olsa aynı şehirde okumuştuk…

Bana çok özendiğini söyleyerek saçlarını uzatmıştı…

“Bu sefer ne olursa olsun kesmeyeceğim bu saçları” demişti…

Kesmedi de…

Amansız hastalığa yakalandığını ilk duyduğumda beynimden vurulmuşa döndüm…

Günlerce elim telefona uzanamadı…

Ortak arkadaşımız Fatih Aşkar’ı arayıp öğrendim olup biteni…

Sonra bir cesaret aradım kendisini…

Evde karantinaydı o dönem, daha hastaneye yatmamıştı…

Geleyim dedim istemedi…

Zaten insanlarla temas etmesi de sakıncalıydı…

“Bu işlerde en önemli şey moraldir Erol” dedim…

“Sen ki yaşama sevinci olan bir insansın. Sakın bırakma kendini, her ne şartta olursa olsun umudunu yitirme” dedim…

Sonra İzmit’te hastaneye yattı…

Geleyim dedim istemedi…

Odasına yerleşir yerleşmez beni arayıp kitap göndermemi istedi…

Vedat Türkali’nin iki ciltlik Güven ve Bir Gün Tek Başına romanlarıyla Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar’ını gönderdim…

Haftada en az bir kez telefonla bilgi almaya devam ettim kendisinden…

Başlarda sesi iyi, keyfi de yerindeydi…

Zamanla sesi çok cılız gelmeye başladı…

“Geleyim Erol” dedim, yine istemedi…

Mayıs ayının başlarında umreye gitmeden önce aradım, “Kâbe’de dua edeceğim senin için” dedim…

“Vallahi çok makbule geçer Engin kankam. Gerçekten duaya çok ihtiyacım var” dedi…

Gittim geldim yine aradım…

12 Mayıs Cuma günüydü…

Kendisi için bolca dua ettiğimi söyledim…

Bu, son konuşmamızdı…

Günler geçtikçe durumu ağırlaştı…

Artık telefonlara da cevap veremez durumdaydı…

Arkadaşlar arasında kurduğumuz ortak WhatsApp grubundan ve de yine ortak arkadaşımız Fatih Aşkar’dan öğreniyordum gelişmeleri…

Yine gideyim dedim ama öğrendim ki yoğun bakıma almışlar…

Artık gitsem de görme şansım yoktu kendisini…

Bir ara düzelir gibi oldu, hatta yoğun bakımdan çıkıp odasına geçti…

Ama çok geçmeden tekrar fenalaşıp bu sefer de İstanbul Göztepe’de bir hastanenin yoğun bakımına sevk edildi…

Vefat ettiği gece 23.30 civarıydı uzandım yatağa…

Gözümü açtığımda sahur vaktiydi…

Telefona göz ucuyla baktığımda ortak WhatsApp grubumuzda bir arkadaşın “Sözün bittiği yer” mesajını gördüm…

Nasıl yani diye endişelenirken biraz yukarılara çıkınca “Erol kardeşimizi kaybettik” mesajlarıyla karşılaştım…

İlk mesaj 23.55’de düşmüştü, ben uykuya 23.30 civarı dalmıştım…

Belki de o grupta vefat haberini en son öğrenen ben olmuştum…

Hastalığı boyunca gideyim istedim ama bir türlü gidemedim…

Cenazesi geldiği gün evine de gidemedim…

Sanki yine gelme der gibiydi Erol…

Kendisini onu son gördüğüm haliyle hatırlamamı istemişti sanki…

Ve evet işte öyle hatırlıyorum…

O yüzünden eksik olmayan tebessümüyle hatırlıyorum…

Bana özenip uzattığı uzun saçlarıyla hatırlıyorum…

O muhteşem giyimi kuşamıyla hatırlıyorum…

“Engin kankam” hitabıyla hatırlıyorum…

O çakı gibi haliyle, o jön gibi tavrıyla hatırlıyorum…

Ve de hep böyle hatırlayacağım…

Sen hiç yaşlanmayacaksın Erol…

Allah bizlere ne kadar ömür verir bilinmez…

Lakin çoğumuzun beli bükülecek, dizlerindeki derman bitecek, elimize bastonumuzu alacağız…

Ama sen hiç yaşlanmayacaksın…

Çoğumuzun saçları ağaracak, dişleri dökülecek, gözümüzdeki fer sönecek…

Ama sen hiç yaşlanmayacaksın…

Dünyanın derdi omuzlarımıza çökecek, türlü buhran ve sıkıntılar yakamıza yapışacak, her yerimiz buruşacak…

Ama sen hiç yaşlanmayacaksın…

Sen hep 37 yaşında kalacaksın…

Allah sana rahmetiyle muamele etsin benim güzel arkadaşım…

Rabbim seni cennetiyle cemaliyle müşerref eylesin…