Bu sene de ülkemizde milyonlarca genç üniversiteli oldu. Rakamlar büyük, mesela sadece Sakarya Üniversitesi’nde okuyan öğrenci sayısı doksan bin civarında. Yeni bölümler açılmaya devam ediyor, yarın belki ikinci bir üniversite de katılacak şehrimize. Ülke genelinde ise hemen her yıl yeni üniversiteler sisteme dâhil oluyor, bu da daha fazla öğrencinin üniversite hayatına adım atabilmesi demek.

Güzel bunlar, güzel de… Ya sonrası?

Aslında sorunlar daha üniversiteye kaydolmadan başlıyor. Her yıl üniversite tercihi için bana danışan eş dostla aramızda geçen konuşmalarda fark ediyorum ki, tercih edilecek bölüm veya okul için pek çok değişken rol oynamakta. Bir kere anne-babanın beklentileri ile adayın ilgilendiği alan genellikle birbiriyle uyuşmaz. Bu konuda sorun yoksa bu kez seçilecek şehir konusunda uyuşmazlıklar ortaya çıkıyor; masraflar, barınma, uzaklık-yakınlık… Adayın ilgilendiği bölümlere puanı yetmemesi durumunda puanının yettiği bölüm ve üniversitelere gönülsüzce yazılması başka bir sorun. Sırf ailesinin gönlü olsun diye ya da onları zora sokmamak için istemediği bölümü tercih edenlerin sayısı hiç de az değil. Bütün olarak bakıldığında ise gerek öğrenci gerekse ailesi açısından okul, okuldur diye düşünülüyor.

Sonuçta, şu veya bu şekilde üniversiteye başlayan öğrencilerin bu süreçte alacakları eğitim, içinde bulunacakları sosyal ortam ve tabii en önemlisi mezun olduktan sonra ne yapacakları sorusu ise “üniversiteye bir girsin de gerisi gelir nasıl olsa” mantığıyla ikinci hatta üçüncü plana atılmakta. Sonuç, boşa geçen dört yıl, işsizlik veya istenmeyen bir iş kolunda karın tokluğuna çalışma!

Abartıyor muyum? Millî bir arama motorumuz olmadığı için mecburen Google veya Yandex’e “Türkiye’de üniversite mezunlarının işsizlik oranı” yazdığınızda karşınıza çıkacak haber başlıklarından bazıları şunlar olacaktır: “Dört işsizden biri üniversite mezunu”, “Üniversite mezunlarının işsizlik oranı %12,1”… Devlet ve özel sektörün büyük bir özveriyle yarattığı istihdama rağmen iş sahibi olamayan üniversitelilerin sayısı her geçen gün artıyor, çünkü nüfus artıyor. Nüfus artışına paralel olarak yeni yetişenüniversite adaylarının yerleşebilecekleri okul ve bölüm sayısı da artırılıyor ama o kadar mezuna istediği işi ve refah seviyesini sağlayacak teknolojik, kültürel vb. altyapımız yok.

2002 yılından bu yana ülke tarihinin en büyük kalkınma hamlesini hayata geçiren Türkiye’de, insan kaynaklarını hâlâ yeterince verimli kullanamıyor, gençlerimizi doğru yönlendiremiyor ve onlara tatminkâr bir hayat sunacak planlamayı yapamıyoruz. Dahası, Türkiye’de maalesef hayatla üniversite arasında büyük bir boşluk var, şu anda, bu planlamayla kapatılması zor bir boşluk bu. Gençlerin çoğu okumuş olmak için okuyor, mezun olunca ne yapabileceğine dair fikri, beklentisi yok, rüzgârda savrulan bir yaprak misali kendini bırakmış durumda. Devlette memur olabilmek için rastgele bir fakültenin rastgele bir bölümünde okuyanların sayısıdudak uçuklatacak cinsten.

Kendi alanımdan örnek vereyim: Edebiyat fakültelerinde Türk Dili veya Tarih okuyan her on öğrenciden dokuzu öğretmen olmak istiyor. Bu öğrenciler, mezun oldukları sene formasyon alıp memur sınavına giriyor ve atama bekliyorlar. Ancak bir bölümü formasyon alamıyor, bir bölümü ise alsa da sınav puanı sebebiyle atanamıyor. Şu anda bu bölümlerden mezun olup atanabilenlerin sayısı atanamayanlardan fazla. Peki ya beş sene sonra? Devlet her sene binlerce öğretmen atayabilir mi sizce? Elbette atayamaz. Ama asıl sorun şurada yatıyor: bu sözünü ettiğim bölümlerde okuyan öğrencilerimizin neden çok çok azı akademisyen, gazeteci, yayıncı vb. olmayı istemekte?  Neden iyi bir tarihçi, iyi bir edebiyatçı yada Türkolog olmak gibi bir düşüncesi yok gençlerimizin? Öyle bir durumda para kazanamayacaklarını bildikleri için mi?

Rastgele bir üniversitenin koridorlarında şöyle bir dolaşın; hayalsiz, umutsuz, beklentisiz bir genç kitleyle karşılaşacaksınız. Büyük bir bölümü de mezun olur olmaz kendi alanlarında bile acemisi oldukları, yabancılık çektikleri işlerde çalışacak bir gençlik… Çünkü bizde okul başka, hayat başkadır, sözünü ettiğim boşluk da işte bundan kaynaklanıyor.

Gerçekte ressam olmak isteyen bankacıların, sosyolog olmak isteyen cezaevi görevlilerinin ülkesi Türkiye’de üniversite öğrencilerine çok daha verimli, mezun olduktan sonra bunalıma girmek yerine istediği, sevdiği bir meslekte çalışma şartlarını sağlayacak bir üniversite öğrenimi sunmamız şart. Üniversitedeki gençlerimizin hayatla okul arasında içine düştükleri o büyük boşluğu ortadan kaldırmamız şart. Yenilikçi, dünyaya uyum sağlamakla kalmayıp ona yön verebilen, yaratıcı bir gençlik oluşturmak bizim elimizde.