‘İzmler idrakimize giydirilmiş deli gömlekleri. İtibarları menşelerinden geliyor; hepsi de Avrupalı.’

‘Murdar bir hâlden muhteşem bir mâzîye kanatlanmak gericilikse her namuslu aydın gericidir.’

‘İntelejansiyamız (entelektüellerimiz) Avrupa’nın her türlü hastalığını ithale memur bir anonim şirket.’

‘Kâmus namustur.’

‘Sağ-sol: Avrupa’nın bu mülevves kavramlarıyla bizin ne alakamız olabilir.’

Evet; hafızama öyle iyi kazınmış, aklımda ve gönlümde öyle yer etmişler ki, tam kırk yıl sonra, ezberden söyleyebildiğim bu altı çizilesi cümleler üstattan. Altı da çizili üstü de çizilesi. 

,…

Onun adını ilk kez, lise son sınıf öğrencisiyken merhum Numan Yazıcı hocamızdan işitmiştim.

Kitaplarıyla tanışmam ise üniversite birinci sınıf öğrencisiyken, İktisat Dersimizin asistanı Sami Güçlü vasıtasıyla oldu. Sene 1978. Ekürisi Abdullah Gül ile birlikte Sami Ağabey üstadın Ötüken Yayınları’ndan çıkan ‘Bu Ülke’ kitabını hediye etmişti bizlere. ‘Bir hafta içinde okuyup beş altı sayfalık bir değerlendirme yazısı’ yazmamızı da rica ederek üstelik. Ciddiye almamızı istiyordu anlaşılan. Yaptık da.

Aynı zamanda, o günlerin tek okuduğumuz ve anlamaya çalıştığımız gazetesi olan Yeni Devir’de haftalık köşe yazıları yazıyordu üstad.

Adı Cemil Meriç’ti. Düşünce adamıydı. Altmışlı yaşlarında olmalıydı. Gözlerinin hiç görmediği ama her gün en az yüz sayfa kitap oku(ttur)duğu bir efsane olarak yayılıyordu kulaktan kulağa.

Yazdıkları, söyledikleri yenilir yutulur şeyler, kolay anlaşılır fikirler değildi. İki üç bazen beş kez okumak zorunda kalıyorduk.

Daha on sekizimdeydim. Türkiye korkunç bir terör belasının içine sürüklenmişti. Okullar mahalleler kurtarılmış bölgelere dönüşmüştü.  Ya sağcıydınız ya solcu. Ötesi yoktu.

Bizim okulumuza –benim de ait olduğum kurum- MTTBliağbilerhakimdi. Biz millîydik. Millî olana yerli olana, o zamanlar şablonlarla düşünüldüğünden, daha doğrusu hiç düşünmeden herkesi bir şablona yerleştirdiklerinden, bize de ‘sağcı’ diyorlardı.

Sağ ve sol vardı o zamanlar sadece insanların gündeminde.

Solcu ‘devrimci’ demekti. Deviren, savaşan, anarşist. Yıkan yakan yok eden. Kökü dışarıda olan demekti. Komünist Marksist Leninist...Eşitlik. Herkes eşitmiş. Ama en çok işçiler eşitmiş. Emekçiler eşitmiş.

Masalsı bir söylemdi. Bir rüya, bir fantezi geliyordu. Uzak, yabancı, yabanıl bir masal. İçinde ‘Kafdağı’ bile olmayan bir masal.

Bize ‘sağcı’ diyorlardı. Devrimci sosyalist karşıtı yani.

Sağcı yani sermayenin sözcüsü. Yani kapitalist. Allah Allah. Arkadaşlarıma bakıyordum; Ankara Kırıkkale’den Veysel Karafilik, Konya’dan Şeker Fabrikası’ndan Ali Uyanık, Sivas’tan Bekir Sakin, Kayseri Develi’den Rauf Memiş, Afyon Çay’dan Bayram Topal, Sinop Boyabat’tan İsmail Hakkı Cedimoğlu, İzmit’ten Yusuf Karaosmanoğlu. Ya işçi ya çiftçi ya küçük esnaf ya da imam çocuklarıydık hepimiz. Akşam evine ekmek götürdüğüne şükreden Anadolu babalarının, başı yemenili, ayağı şalvarlı gariban annelerin çocuklarıydık. Adı kulağına ezanla konulan çocuklardık biz, Besmeleli sofralarda büyümüştük.

Biz miydik şimdi ‘Sermayenin sözcü’leri. Sömürenlerin sömürgecilerin sömürünün sözcüleri miydik biz? Sermaye ne, sözcü kim, biz neredeydik. Bu işte bir bit yeniği olmalıydı. Ne biri? Bin bit yeniği.

Bir şeyler tersti. Çok şeyler tersti. İçime sinmiyordu boynumuzdaki yafta ya.

Solcu yıkıcı anarşist olamazdık elbette. Ama sağcılık da içimize sinen bir şey değildi zahir; hissediyorduk bunu.

Türkçemiz bile sağ-sol diye ayrıştırılmıştı. ‘Münevverim’ derseniz sağcıydınız, ‘aydınım’ derseniz solcu. Solcuysanız ‘il örgütü’ diyordunuz sağcıysanız ‘il teşkilatı.’ Partilerin genel kurulları bile farklı haberleşiyordu gazetelerde: CHP ‘kurultay’ yapıyordu mesela Anavatan Partisi ‘büyük kongre.’ Çocuğunuzun adı ‘Ahmet’se kazara, kesin sağcıydınız siz, ‘Özgür, Bariş’ ise solcu.

Cumaya gidiyorsanız yafta hazırdı boynunuza, bir ömür ‘iyi günlerde’ kullanabilirdiniz: ‘Gerici.’ Camiye, namaza, Kur’an’a tepeden mi bakıyordunuz, hele de bunu belli mahfillerde gerene gerine, böbürleneböbürlene mi anlatıyordunuz; siz ömür boyu ‘kurtulmuş’tunuz: Sizi ‘İlerici’ sizi…

İşte tam dabu günlerimde ‘Hızır gibi’ yetişti Cemil Meriç bana, benim gibilere: ‘Sağ-sol: Avrupa’nın bu mülevves kavramlarıyla bizim ne alakamız olabilir’ diyordu. Önümü arkamı, sağımı solumu, aklımı kalbimi aydınlatıyordu üstad.

Belliydi, apaçıktı, ayan beyandı artık: Batı kendince terimler sistemler felsefeler üretmişti. Koca bir medeniyetin çocukları bizler de acizlik miskinlik ve münkirlik içerisinde onların peşine düşmüş, kendimizi Batı’nın terimleriyle izah ediyorduk.

Lüzum yoktu buna.Biz Müslümandık.Türk’tük biz.Türkiye’deydik.Türkçe konuşuyorduk. Bin yıldır bu topraklardaydık.

Gerisi ayrıntıydı. Teferruattı.

O gün bugün kendimi Batılı terimlerle ifade etmedim hiç. ‘Sağcıyım’ demedim. Denildiğinde de itiraz ettim, izah ettim. Avrupa’nın bu kirletilmiş kavramlarıyla ne ilgimiz alakamız olabilirdi ki bizim.

Cemil Meriç’in ‘Bu Ülke’si başucu kitabım oldu ondan sonra. Kimbilir kaçıncıya okudum. Beş altı. Zaten roman gibi de değil. Bazen beş on sayfa, bazen yirmi otuz. Bazen orasından bazen burasından.

İtiraf edeyim: her okuyuşumda çizdiğim, beğenip yıldız verdiğim yerler değişiyor. Bu bendeki gelişimin mi gerileyişin mi işaretidir,  bilemem.

Gün geldi kızı Ümit Meriç ile abla kardeş olduk.

Ümit Abla, kallavi fiziği kalın sesi, hükümleri duruşu tavırlarıyla, abla’dan çok ‘ağabey’dir bizlere.

Adı da zaten hem erkek hem bayanlara koyulabilen bir isim değil mi? Ablamız adının hakkını veren de birisidir, şahidiz.

Ablamdır o benim.

Bilenler bilir; Ümit abla kimseye el vermez, kimsenin elini sıkmaz. Bunun istisnalarından birisi de benimdir. Her seferinde, elini öpmek üzere ben ne zaman harekete geçecek olsam, ’buyur öp Fahri kardeşim’ der ve ekler, ‘bu benim değil, Cemil Meriç’in elidir zira.’

Dileği şudur benden: ‘Beni baba toprağı Dimetoka’ya götür Fahri.’

O Dimetoka ki, Bursa’dan sonra, Edirne’den önce dokuz yıl süreyle Osmanlının ikinci başkentidir, pek bilinmez. Bugün Edirne’ye otuz kilometre mesafede, Yunanistan topraklarında mahzun masum mazlum hayat sürdürmektedir.

Kaç kez kararlaştırdık, kısmet olmadı gitmek. Yakın zaman olur inşallah, diyelim.

‘Bu Ülke’ ile tanışıklığımın üzerinden on beş yıl kadar geçmişti. Şiir öykü deneme derken, kaderin bir güzel tecellisiyle, ben de kalem yolculuğuma çıkmıştım artık, ‘portre yazarı’ olacaktım. İlkin kimi yazmalıydım?

Hiç tereddüt etmedim; aşikardı ilk yazacağım kişi, ayan beyan önümdeydi: ‘Türk Düşüncesinin Everest’i: Cemil Meriç’

Ne garip ve güzel bir tesadüf: Ezel Erverdi’nin çıkarttığı ‘Ülke’ dergisinde yayımlanmıştı bu ilk portre çalışmam. 1990’ların ilk yarısında.

Kader ne güzellikler bahşedecekti bizlere; şükr’olsun.

Milli Eğitim Bakanlığımız, bir 13 Haziran günü (2016) bir ilde (Sakarya) ülkenin yedinci sosyal bilimler lisesini açmaya karar verecekti. Hazretin yirminci ölüm yıldönümünde alınan bu kararla, yeni okulun adı Cemil Meriç olarak belirlendi.

Okulun ilk müdürü, Cemil Meriç merhumun naaşını taşıyan genç Edebiyat Fakültesiöğrencilerinden Sedat Akçakoyunluoğlu’ydu şimdi.

Okulun 1 (bir) nolu öğrencisi ise babasının ilk yazısı Cemil Meriç portresi olan Ayşenur Gülsüm Tuna. Okulun ilk aile birliği başkanı da bendeniz.

‘Babam Cemil Meriç’, Ümit Meriç Ablamın birçok güzel kitabının arasında, benim için en birincisidir.

Genişletilmiş yeni baskısını mutlaka okumanızı öneririm.

Türk düşüncesine damga vuran, ‘On sekizimde mahkemede ‘Komünistim’ diye bağırdığımda tek bir işçinin bile elini sıkmadığımı hatırladım’ diyen, işe Sosyalistlikle başlayan, Avrupa’yı Hindi Çini Yemeni dolaştıktan sonra, son durağı kadim Türk- İslâm Medeniyeti olan Cemil Meriç’i yakından tanımanın yolu Ümit Abla’mı okumaktan geçiyor elbette. Üstadın günlükleri Jurnal-I ve Jurnal-II’yi okumak kadar.

Namuslu bir fikir heykeltıraşıydı o.

Bir bibliyograf. Bir ressam.Bir bestekâr.

Özgün özgür özerk bir fikir virtüözü.

Sonunda ‘ülkesi’ne avdet eden onurlu bir fikir seyyahı.

Sonunda ‘fabrika ayarlarına dönen’ düşünürümüz.

‘Bu Ülke’sini okunmadan bu ülkeyi anlamak mümkün değildir’hükmünü verdirten yazarımız bana o.

Baba kız Meriç’ler, ülkemizi güzelleştiren ayrı bir mücevherdirler. Zenginliği onlar bu ülkenin.

Baba-kız, akla şifa, gönle huzurdur onlar.