Peygamber Efendimizin (aleyhissalatü vesselam) hadislerinde geçen çok güzel bir insan tarifi vardır: “Görüldüklerinde Allah’ı hatırlatan kimseler…”
Muhtelif hadis-i şeriflerde geçer bu ifade…
"Hangi kimselerle beraber olmak daha hayırlıdır?" diye sordular. Peygamberimiz buyurdular ki: "Görülmesi Allah'ı hatırlatan kimselerle." (Mecmeuz Zavaid, 1/226)
“Birlikte oturduğunuz dostlarınızın en hayırlısı, görünüşüyle size Allah’ı hatırlatan, sohbetiyle sizin güzel amellerinizi arttıran, salih ameliyle/güzel fiil ve davranışlarıyla size ahireti hatırlatan kimsedir.” (Suyutî, Camiu’s-Sağir, II/14)
Allah’a hamd olsun şu kısacık ömrümde böylesi insanları tanıma, onlarla hasbihal etme bahtiyarlığına eriştim…
Göründükleri zaman bana Allah’ı hatırlatan insanlar oldu her daim çevremde…

----


Rahmetli Şaban Üstüner böyle bir insandı…
Hep mütebessim bir ifade taşırdı yüzünde…
Baktığınızda içinizde bahar yelleri estirirdi…
Rahmetli Cevat Ayhan ağabeyle buluşma mekânımızdı Yavuz Kırtasiye…
Oraya her gittiğimde kasada oturur bir vaziyette, gülen yüzüyle karşımda görürdüm Şaban ağabeyi…
Hemen buyur eder, hal hatır sorar, çayımı söylerdi…
Rahmetli Cevat Ayhan ağabey de bana Allah’ı hatırlatan insanlardandı…
Telefon açıp bir şey sorduğumda, şayet çarşıdaysa “Yavuz Kırtasiye’ye gel” derdi…
Kırtasiyenin arka tarafında taburelerimize oturur, bir yandan çayımızı içer, bir yandan da mülakatımızı yapardık…
Sinirleri alınmış insanlardı Cevat ve Şaban ağabeyler…

----


Tane tane, tatlı tatlı konuşur, yüzlerinden tebessümü asla eksik etmezlerdi…
Her kim olursa olsun, insana önem ve değer verirlerdi…
Zenginmiş fakirmiş, ağa-paşaymış berduşmuş, güçlüymüş güçsüzmüş; ayırt etmezlerdi…
Rahmetli Sadık Canlı ise çok fazla gülmezdi…
Her daim düşünceli, zaman zaman da öfkeli bir hali vardı…
Yumuşak bir tonda konuşur lakin bakışlarıyla deler geçerdi…
Orhan Camii’nden işyerine gidip gelirken rastlardım bazen ona; günüm bereketlenirdi…
Bazen gazeteye gelirdi, bazen de ben onun muayenehanesine giderdim…
Bazen de bir yazımı okuyup sinirlenir beni arayıp Uzunçarşı’daki İsmail abinin çay ocağına çağırırdı… 
Önce kahveleri söyler, sonra da paylamaya başlardı…
“Oğlum bu nasıl bir yazı böyle! Yakışıyor mu senin gibi adama! Sen bu işi mesuliyetinin farkında değil misin” diye başlar, ağzına geleni sayıp dökerdi…
Beni azarlarken bir yandan da kahvesini yudumlayıp o çok sevdiği sigarasını tüttürürdü…
O kadar güzel azarlardı ki hiç susmasın, saatlerce konuşsun isterdim…
Yazılarıma tepki veren bir diğer isim de rahmetli Hüseyin ağabeydi (Selim Gündüzalp)…

----


“Kişileri değil olayları yaz. Çirkinde bile güzeli gör” derdi…
“Sen siyaset yazma! Ağacı yaz, kuşu yaz, çiçeği yaz” derdi…
Bir süre tavsiyelerine uyup kendimi dizginler ama arada yine şirazeden çıkardım…
Artık bir süre sonra “Sen yazı falan yazma! Hem niye yazıyorsun ki, kafana silah mı dayıyorlar, mecburiyetin mi var” demeye başlardı…
Zaman zaman aldırmaz görünüp beni kendi halime bıraksa da yazılarıma çekidüzen verme gayretinden hiç vazgeçmezdi!
Gerek Sadık Hoca, gerekse Hüseyin Ağabey düştüğüm zamanlarda beni yerden kaldıran insanlardı…
Beni azarlarlardı; ama incitmezlerdi…

----


Kulağımı çekerlerdi; ama acıtmazlardı…
Yanlışlara işaret eder, doğruları gösterir; ama beni zorlamazlardı…
En sonunda yine kendimin kendimi sigaya çekeceğini ve yaptığımdan pişman olup hatamı düzeltme yoluna gideceğimi bilirlerdi…
İnsanın en büyük eleştirmeni kendi vicdanıdır zira…
Asla tehdit etmez, asla şantaj yapmaz, sözleriyle gururumu kırmaz, haysiyetimle oynamazlardı!
Bir insanla nasıl konuşulacağını, bir insanın nasıl hizaya getirileceğini çok iyi bilirlerdi…
Asla masayı devirmez, asla köprüleri yakmazlardı…
Her şeyden evvel bana değer verdiklerini, benim iyiliğimi istediklerini ve de beni sevdiklerini bilirdim…
Onlar da benim kalbimi, niyetimi bilir, içimde kopan fırtınaları apaçık görür ve hissederlerdi…
Çoğu zaman övgüde ve yergide ölçüyü kaçırsam bile “art niyetli” bir insan olmadığımı bilirlerdi… 
Zira benimle bu kadar uğraşmalarının ve her defasında en başından alarak benimle uzun uzun konuşmalarının başka bir izahı olamazdı…
Rahmetli Selahaddin Şimşek de onu hiç görmemiş ve tanımamış olmama rağmen bana Allah’ı hatırlatan insanlardandır…
Tek cümlede insanın bütün dünyasını altüst edecek özdeyişlerin sahibidir o…
“Hayat ancak dosdoğru yaşamaya yetecek kadardır” sözü beni en çok etkileyen özdeyişlerindendir…
Bir köşeye yazılıp geçilecek ya da çerçeveletip duvara asılacak değil, okunup ibret alınması ve fiiliyatta da yaşanması gereken bir sözdür bu…
Öyle ki; hayat gerçekten çok kısa ve dosdoğru yaşamaya yetecek kadardır…

----


Üç kuruş dünya menfaati için kimseye yalakalık yapmaya, makam ve güç sahibi insanlar karşısında eğilip bükülmeye, başkalarının elinde kukla ve oyuncak olmaya, el etek öpmeye değmez!
Karşındaki babanın oğlu da olsa yanlışına yanlış diyecek, kimsenin tehdit ve şantajına boyun eğmeyecek, birileri rahatsız olacak diye inandığını haykırmaktan vazgeçmeyeceksin!
Sonu nereye varırsa varsın, ucu kime dokunursa dokunsun ve de her ne pahasına olursa olsun; başkalarının aklıyla değil kendi aklınla hareket edeceksin…
Arkandan akıl sağlığından yoksun desinler, takıntılı desinler, ucube desinler, deli desinler, divane desinler; aman ne gam!
Yeter ki her devrin adamı demesinler, yeter ki parayla gücün tapınanı demesinler, yeter ki çıkarcı/menfaatçi demesinler…
Kraldan çok kralcı, egemenlerin yardakçısı, havan dövücünün hınk deyicisi demesinler yeter ki…
Üç kuruş dünya menfaati uğruna bu denli kötü anılmaya, birileri memnun olacak ve âli menfaatler yerine gelecek diye en yakınındaki insanları kırıp dökmeye, cebi olmayan kefeni habire doldurabilmek için şeref ve itibarını yitirmeye değmez gerçekten…
Rahmetli Selahaddin ağabeyin dediği gibi:
 “Yanlış yazılan seneleri silmeye ihtiyarlığın silgisi yetmez!
Hayat ancak dosdoğru yaşamaya yetecek kadardır!”