Belirsizliğin romanını yazan kalem. Kitabını kitabını. Hem de destanını. 
Sadeliğin, yalınlığın, yoğunluğun zirvesidir onun cümleleri. 
Ayrıntı profesörüdür.    
Doğacıdır. Doğalı ve doğayı öne çıkartır en çok: ‘Güneş saati. Güvenilir. Asla durmaz. Pili filan yok ki bitsin.’
Aynı cümlede hem bilmiyorumu hem de biliyorumu aynı sağlamlıkla ve güzellikle kullanabilir. Bir sonraki cümlede de. Şahidim buna.  
Masalsı bir anlatımı vardır. O oranda da şiirsel. Leziz. 
Eksantrik adamdır bizim Güray. Bir o kadar da egzotik. 
Kadırgalı Güray. Bir Sultanahmetli yani o. Kadırga’da doğdu büyüdü. Söylemesi ayıp son İstanbullulardan. Uzatmalılardan; son anda İstanbul trenine, Eminönü vapuruna yetişebilenlerden. (Şimdi yok artık böylesi İstanbullular zira.) On ikisinde babası eti senin kemiği benim diyerek onu Kapalıçarşı’da bir deri ceket dükkânına çırak verdi. On iki sene sürecek bu çalışmayla dünyayı ilk burada tanıdı Güray. Hayatı, zorlukları, güzellikleri. 
On dördünde yetimliği tattı; anneciği hem ana hem baba oldu ağabeyiyle ona. Asıl üniversiteyi, Bursa İktisat’tan önce babasından arta kalan dükkânda, Gedikpaşa-Kapalıçarşı-Kadırga üçgeninde d/okudu. Hayat Üniversitesini çap yaparak bitiren Güray’ın bu kazanımlarına öykü ve romanlarında ilmek ilmek, satır satır, karakter karakter şahitlik edeceksiniz siz de. Güray’ın dili ve kalbi Kapalıçarşı kadar eski, Kapalıçarşı kadar yeni, Kapalıçarşı kadar renkli, Kapalıçarşı kadar gizemli, Kapalıçarşı kadar gelecektir.
Hececi Güray. Hüseyin Su’nun paltosundan çıkanlardan yani. Üniversite ikideyken Hece Dergisi Genel Yayın Yönetmeni Hüseyin Su’ya gönderdiği bir eseri/mektubu hayatını değiştirdi. Sular seller gibi arı duru tertemiz bir Türkçe ile yazmasında Gülşefdeli Yemeni’nin yazarının da payı olmalı elbet. Yirmi küsur sene sonra Su-Güray yakınlığı hâlâ aynı sıcaklıkla devam etmektedir, şahidiz buna. Vefalıdır Güray.
Güray Süngü ile tanışıklığımız bir ödülle başlamıştı bizim: Kış Bahçesi adlı eseriyle TYB 2011 Yılın Romancısı ödülünü almıştı İstanbul Kızlarağası Medresesi’ndeki törende, ben de Aynalıkavak Yazılarıyla Yılın Şehir Yazarı ödülünü. O gün bugün kardeşiz.
Çok yolculuk yaptık birlikte. Çok yazarlık derslerine katıldık. Çok programlarda bulunduk: Bu kadar komplekssiz, bu kadar candan, bu kadar saygılı ve bu kadar muzip ve zeki çok az insan tanıdım ben. Kardeşliği ömre bedeldir, diyeyim size. 
Yolculuklarında en çok Kadırgayı anlatır size. Yok hayır anlatmaz; çocukluğunu yaşar yeniden. Üç katlı ahşap bir konakta gidersiniz artık, otomobilde değil. Orta katta mütevekkil mütedeyyin mübarek bir anne, Hatice Hanım ve iki oğlu, Koray ve Güray. Üst katta evine teklifsiz girilen, sofrasına teklifsiz oturulan Afife Teyze. 
Alışkanlık yapar onun dostluğu. Bir süre sonra tiryakisi olursunuz muhabbetinin. Çok da iyi bir dinleyicidir. Kocaeli Büyükşehir Belediyesi’nde üç yıldır her on beş günde bir girdiğimiz yazarlık dersi öncesinde ve/veya sonrasında ne zaman görüşemesek kucaklaşmasak laflamasak büyük bir boşluk hissederiz ikimiz de. Mehmet Şeker de dâhildir bu trioya. Ve en kısa zamanda kaza ederiz ayrılığı. Bu hep böyledir. 
Keyfi yerinde biridir aslında Güray Süngü: Kış Bahçesine kurulmuş, Pencereden bakan Dördüncü Tekil Şahıslarla Düş Kesiğine uğrayıp Deli Gömleğini kalbine geçirmiş Köşe Başında Suret Bulan Tek Kişilik okurlarına Mehmet’i Sakatlayan Serçe Parmağıyla işaret ede ede, Vicdan Sızları bir tarafa ayırmış, Hiçbir Şey Anlatmayan Hikâyelerin İkincisini merak edenleri diğer tarafa; İnsanın Acayip Kısa Tarihinden İbrahim’in Kaybettiğini Bulmasıdırı anlatıyor pupa yelken. Güray Süngü tam da budur.
En bildik duyguları sunar önünüze en çok, kendi kendinize yakalanırsınız onu okurken: İç çekerken yakalayınca kendini / Kaygıdan kafası uçacak neredeyse / Başka birisindeydi şu an, kendine dönmesi gerekiyordu /  Kafa bir dünya, içi milyon kare, zihin sanrılar arasında derdest.
Araya biraz da deneme cümleleri, didaktizm serpiştirir, tatlandırır dimağınızı: Acı sana seni hatırlatır / Tanımlayamadığı şeyler insanı korkutur / Yirmi birinci yüzyıldı, artık kaçacak yerin olmadığı çağ / Sonuçta kazanan savaş olmuş. Savaşı kazanan ise olmamış / Sınırlar yapay, coğrafyalar gerçektir / Medeniyet çok ilerlemişti artık, insanlar bomba üreteceklerine kot pantolon ve gazlı içecek üretiyorlardı.
İroninin baş ustası diyebiliriz ona. En ummadık yerde ve anda çıkarıverir önünüze. Mutlu eder sizi. Anne ve baba tarafından Konya Akşehirli olmasının payı da olmalı bunda. Nasrettin Hoca ile ezelden hemşeri adam. Buyrun işte ispatı: Gözlerini açtı. Kendini gördü. Korktu birden / İçinden ona kadar sayacaktı ama dokuzda pes etti / Adamın birisinin adı tufandı, karısının lalezar / Konuşması anneme çok benziyordu. Annem dilsizdi / Annem insanoğlunun son umuduydu. Birleşmiş milletlerde çalışıyordu. Birleşmiş milletler kendi kendilerine birleşmişlerdi. Eşeysiz üreme gibi bir şeydi galiba / Ağlamayı ninemdem öğrendim. Ninem İngiltere kraliçesiydi. Dedem ona ‘seni saraylarda yaşatacağım’ derdi. Ben çok gülerdim.
Ne yazsa güzel yazar, ne yazsa sıradışı yazar, ne yazsa iz bırakır hafızanızda. Kalıbımı basarım ki doğrudur bu. Dileyenle bahse de girilir.
Türkçeyi inanılmaz zengin yeni ve çağrışımlı kullanır bizim Güray’ımız: … aklı ziyan etmiş olmak lâzım / …bir cümledeki cartdadanak bir nicel tamlayan / sulu sebil ağladı / kırıktı sesi / kendime sahibim.
Okuyun üç öyküsünü. Dalın içine bir romanının, kaybolun içinde. Öykü bittiğinde yahut romanın kapağını kapatırken aynen şöyle diyeceksiniz: Yazar da yazarmış ha!
Bir öyküsünün girişinden: Balta da baltaymış ha... Kimselere benzemez o, çünkü çok sıradandır, çok bildik, çok insan ve çok garib. Bunu kimse söylemedi çaycı Rüstem’i kastederek. Çünkü adı üzerinde çaycı o. Tek bacağı kısa. Topallar. Bıyıklıdır da. Denize bakar dükkânı. Çayhanedir, kave değildir. İçinde masa yok, sadece ocak, iki demlikli. Eski tip. Arada su katar ocağa, kaynayana kadar çay vermez. Su çektim der. Dışarda dört masa, çok sandalye. Seke seke dolanır aralarında, çay verir, döner, gülmez, gülümsemez, sırıtmaz, lafa karışmaz. Selamı başıyla alır, eliyle verir. Çayı da eliyle verir. (…)
Üslubundaki doğallığın, rahatlığın, sıcaklığın farkındasınız değil mi? Ya masalsılığın, kolay anlatımın, sadeliğin? Yüreğe işleyişin kitabını yazan adamdır Güray. Kahramanları da bizden içimizden sıradan adamlardır en çok. İçimizden biridir Güray çünkü. İçimizdedir. İçimizdendir. İçimizdir.
İnsandır. Haza insan. İliklerine kadar. (Asgari ücretten emekli ağabeyinin iki oğlunu onun okuttuğunu söylemezsem edemem. Söylersem hem ona ayıp etmiş olurum, hem ağabeyini üzmüş. Söylememişim sayın lütfen.)
Kitap sayısı kadar, hatta daha fazla ödüller aldı. Alacak da daha, göreceksiniz, hep birlikte göreceğiz. Az bile aldıkları. Necip Fazıl Roman Ödülünü Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’ın elinden aldığında sormuştum: ‘Ödül almak nasıl bir duygu Güray?’ Cevap vermişti her zamanki muzipliğiyle: ‘Çok hoş bir şey Fahri Ağbi. Hele parası. Tam da o ay evi taşıyacaktım…’
Tam da budur Güray; her an her dakika her olayda pıt diye bir espri konduruverir, hapşırtır adeta. Şifa adamdır o.
Dergicidir de. İtibarcıdır, Postçudur, en son ve en çok Muhayyelcidir. Muhayyeli yönetiyor da hem. Ha bir de Aylincidir (eşi.) En koyusundan. Fenerbahçelidir de.
Zaman ve mekân fludur onun eserlerinde ve hayatında. Flu, bulanık, belirsiz. Belirsizlikleri ve sürprizleri, Süngü eserlerinin baş özelliğidir. 
Muhteşem belirsizliklerin en belirgin yazarıdır o.
Belirsizlikler imparatorumuz o bizim.
Ve güzellikler.