“Türkiye’ de futbol, Anadolu takımlarına karşı oynan, kirli bir oyunun adıdır.”

Türk soyuna, Anadolu’ nun ihtişamlı kapılarını açarak; adeta tarihin seyrini değiştiren, her köşesi Selçuklu motifleriyle bezeli, kadim bir şehirde; Bitlis’ de dünyaya gözlerimi açsam da, hayatımın büyük bir kısmını Sakarya’ da geçirmiş, bir vatan evladıyım.

Kırk seneyi aşan yaşam serüvenimde, ne ayakkabılarıma Trabzon sokaklarının tozu bulaştı; ne de bu şehrin hırçın çocuklarıyla şakalaşma imkanım oldu.

Bir kere bile gitmedim Trabzon’ a. Sadece, televizyonda görebildim kuzeyin bu asi şehrini. Ne kültürünü bilirim ne örfünü ne de yemeklerini... Trabzon, benim için, Türkiye haritasının kuzeyinde yer alan, sıradan bir noktaydı, kısacası...

Lakin, 2 Ağustos 1967 yılında kurulan, forma renkleri bordo ve mavi olan bir futbol takımının elde ettiği büyük başarılar, Trabzon şehrine olan bakışımı tamamen değiştirecek, bu kentle aramda, duygusal bir bağ oluşturacaktı.

Yüreğimde, usul usul filizlenen bordo mavi aşkı, yakın çevremde tuhaf karşılansa da, bu sevgi, ilkeli bir duruşun/tavrın tezahürü olarak, gün be gün büyüyerek devam edecekti. Çocukluğumdan beri, özellikle babamdan işittiğim, eşitlik, adalet, dürüstlük, doğruluk, hakkaniyet gibi, ulvi hasletlerin, yeşil sahalardaki temsilcisi olacaktı Trabzonspor...

Tüm engellemelere ve karşı çıkışlara rağmen, dalga dalga büyüyen bir isyan, tüm Anadolu’ ya yayılacak, kuzeyden esen bu inatçı rüzgar; yeşil sahalarda çekingen yüreklere cesaret aşılayacaktı. Türk Futbol Tarihi’ nde, artık bir devrim gerçekleşecekti. Bu devrimin adı Trabzonspor’ du. Ezilen, hor görülen, merhum Necip Fazıl’ ın tabiriyle, “Öz vatanında parya” muamelesi gören Anadolu insanının, var oluş mücadelesi, Trabzonspor ile daha da güçlenecek, daha da derin bir anlam kazanacaktı.

Bu hikaye, sıradan bir futbol takımının başarılarından ibaret değildi, elbette... Çok daha farklı, çok daha derin anlamları vardı. Kuzey’ in isyankâr çocukları, futboldaki adaletsiz düzeni yerle bir ederek, üç büyük(!) takıma, onları destekleyen büyük sermaye guruplarına, tarafgir medyaya ve tabi bürokratik güçlere, cesurca meydan okuyorlardı.

Oyun, asıl şimdi başlıyordu. Anadolu’ nun cesur gençleri, sahaya inmiş, yüreklerinden kopan kutlu bir ateşle, isyan meşalesini yakmışlardı.

***

Çoğu erkek çocuğu gibi, ben de babam ile beraber maç izlemeye bayılır, boyumdan büyük yorumlar yapmayı marifet sayardım. Futbol, babamla aramda önemli bir köprü vazifesi görüyor, ikimizi ortak bir noktada buluşturuyordu.

Adeta, meşin yuvarlak, babamın içindeki çocuğu açığa çıkarıyor, bizi birbirimize daha da yakınlaştırıyordu. Babam, futbol müsabakalarında her zaman Anadolu takımlarını desteklerdi.

Bana da, hakemlerin, nasıl Anadolu takımlarını mağdur ettiklerini, pozisyon pozisyon anlatırdı. Babam, futbolu sadece basit bir oyundan ibaret görmez, futbolu siyasi, sosyal ve ekonomik açıdan da değerlendirirdi. Uluslararası maçlarda ise, her zaman ekonomisi zayıf ülkeleri desteklerdik. Kamerun’ un attığı gole sevinir, Şili’ nin sayılmayan golüne isyan ederdik. Batılı ülkelerin karşısında, rakip olarak kim varsa, din, dil, ırk ayrımı yapmadan o takımı tutardık. Hele bir de desteklediğimiz takımda Müslüman/Türk futbolcu var ise, yüreğimiz bir kuş gibi heyecanla çarpar, biz de o futbolcuyla beraber sahada sanki ter dökerdik.

Bazense, babam bir Dede Korkut edası ile eski zamanlardan bahsederdi. Eskişehirspor’ a, Göztepe’ ye, Sakaryaspor’ a, Bursaspor’ a, Ankaragücü’ ne.... övgüler sıralar, bu takımların başarılarından, önlerinin nasıl kesildiğinden uzun uzun bahsederdi. Babamın bu anlattıklarını, adalet, eşitlik, hak, centilmenlik gibi ahlaki/soyut kavramları, yaşım gereği, tam anlamıyla kavrayamadığım için idrak etmekte sıkıntı çeksem de, onun gözüne girebilmek için, söylediklerine hiç mi hiç itiraz etmez, kendisini can kulağıyla dinlerdim. Öte taraftan, neden benim babam da, arkadaşlarımın babaları gibi Fenerbahçeli, Beşiktaşlı ya da Galatasaraylı değil diye içten içe hayıflanır, bu duruma çok da üzülürdüm.

Çünkü ben de, sokaktaki diğer çocuklar gibi, üç büyük(!) takımdan birini, tutmak istiyordum. Arkadaşlarımla birlikte güzel vakit geçirebilmek için, onlarla ortak noktalarımın olması şarttı. Onlar gibi, ben de aynı renklere gönül vermeli, aynı futbolcuları sevmeliydim. Zaten yeteri kadar, arkadaşlarımdan farklı özelliklerim vardı.

Onlar, Sakarya doğumluydu, bense isminin bitle alakalı olduğunu sandıkları ve bununla alay etmeyi ihmal etmedikleri Bitlis adında bir şehirde doğmuştum. Arkadaşlarım açık tenliydi, bense kızdıklarında Arap’ a benzetebilecek kadar kavruk tenliydim. Onların hafta sonlarını geçirdikleri bir köyleri vardı, benimse gidebileceğim küçük bir köyüm bile yoktu. Arkadaşlarımın akrabaları hemen yanları başındaydı, benimkiler ise, binlerce kilometre ötelerde... Onlar, Fenerbahçe, Beşiktaş ya da Galatasaray taraftarıydılar, bense Sakaryaspor’ u tutuyordum. Tuttuğum ikinci bir takım yoktu. Sadece Sakaryaspor. Gerçi arkadaşlarım, Sakaryaspor’ u kendilerine rakip olarak görmüyor, üç büyük takımdan hangisini tuttuğumu, sık sık soruyorlardı. Onlara göre şehirde zaten herkes Sakaryaspor’ u destekliyordu. Bu durum bir zorunluluktu. Asıl olan büyük(!) takımlardan birini tutmaktı.

Ne demeliydim, bilemiyordum. Yoksa ben bitli bir şehirde doğan, ama Lazlar’ ın (!) takımına sempati duyan, Sakarya’ da yaşayan, alakasızlıklar abidesi bir çocuk muydum? O zamanlar, Trabzonspor’ u sevdiğimi ve desteklediğimi arkadaşlarıma söyleyemedim. Utandım, çekindim. Çünkü tek kalmak istemiyordum. Arkadaşlarımın arasında Trabzonspor’ u tutan çok ama çok azdı. Bulunduğum muhit gereği, benim için Trabzonspor’ u tutmak; batıda, doğulu olmak gibi, bir azınlık olma nedeniydi. Tutulan takımlara göre mahalle maçları yapıldığında Trabzonsporlu bir kişi ya var ya yoktu. Pekâlâ, ben ne yapacaktım? Mahalledeki arkadaşlarımla futbol oynayabilmek için, onların istediği bir takıma girmem gerekiyordu.

tüm itirazlarına rağmen, bazen Galatasaray, bazen Beşiktaş, bazen de Fenerbahçeli oluyordum. Daha doğrusu olmak zorunda kalıyordum. Çünkü, sayıca fazla olan, baskın olan, egemen olan onlardı. Fakat babamın, küçük yaşlardan itibaren, kalbime attığı adalet ve eşitlik gibi güzel hasletlerin tohumu yeşerdikçe, olayları daha net idrak etmeye başlamıştım. Gönlüm, tüm karşı koymalarıma rağmen, usul usul Trabzonspor’ a kaymaya başlamıştı. Bu durumu kabullenmekte güçlük çekiyor, hatta içten içe bordo mavi renklere duyduğum sevgiye anlam bile veremiyordum.

Çok da haksız değildim hani? Benim, Trabzon şehriyle ne alakam olabilirdi ki? Bırak Trabzon’ u, Karadeniz’ e bile bir kere gitmemiştim. Trabzonspor’ un hiç bir maçını canlı olarak izlememiş, Hüseyin Avni Aker’ in nefes kesen atmosferine şahit olmamıştım. Peki, nasıl oluyordu da, yüreğimde Trabzonspor sevgisi filizlenmeye başlıyordu. Bu durumu, yaşım ilerledikçe daha iyi anlamaya başlamıştım. Ben, aslında sadece Trabzonspor’ u değil; tüm Anadolu takımlarını destekliyor, güçsüzün, ezilenin, hor görülenin yanında oluyordum. Trabzonspor, benim için ayrıştıran değil, bütünleştiren değerli bir olgu olarak, bir hayat duruşunun sancaktarlığını yapıyordu. Bu duruş, medyanın, siyasetin, sivil ve askeri bürokrasinin, sermaye guruplarının maddi-manevi destek verdikleri İstanbul’ un şampiyonluğa ulaşmış takımlarına karşı, hakkı gasp edilen Anadolu insanın yanında olmak demekti.

Anadolu insanının, uzun yıllardır verdiği var oluş mücadelesine güç katan bir futbol takımı varken, nasıl başka bir takımı destekleyebilirdim ki? Benim gibi, milyonlarca insan için, Trabzonspor; İstanbul takımlarına, kendi değerlerinden destek alarak, tek başına karşı koyabilmiş, oligarşik düzeni alt üst eden, Anadolu’nun mütevazi halkının sporda da başarılı olabileceğini, defaat ile ispatlamış, inkar edilemez bir gerçeklikti. Merhum Necmettin ERBAKAN Hoca’ nın da tespit ettiği gibi, siyasi arenada, mütedeyyin Anadolu insanına karşı uygulanan çifte standarttın bir benzeri, futbol sahalarında, başta Trabzonspor olmak üzere, tüm Anadolu takımlarına karşı da, alenen sergileniyordu.

Bu asil arma, rakip filelere yolladığı her topla , egemen güçlerin inşa ettiği surlarda tahribatlar oluşturuyor, kurulu düzende büyük gedikler açıyordu. Futbolun renk kartelası, bundan böyle sadece üç büyük (!) takımın renklerinden ibaret değildi. Bu kartelada, tüm itirazlara rağmen, artık bordo ve mavi renkler de vardı. Karadeniz’ in azgın dalgalarıyla hoyratça sevişen kuzeylilerin, bir yudum efkara ortak ettikleri Bafra sigarasının bembeyaz dumanında başlattıkları bir isyanın hikayesiydi bu. Bundan böyle, Anadolu’ nu insanının sesi, stadyumlarda daha gür çıkacaktı. Bordonun yankısı, mavi olup, Bitlis Kalesi’ ne selama duracak, bu şanlı arma, yürekleri kardeşlik tavında, yavaş yavaş dövecekti.

Sevgili Trabzonsporlu’ lar! Siz Hakkari’ siniz, siz Sakarya’sınız, siz Van’sınız, siz Denizli’siniz, siz Edirne’siniz, siz Bolu’sunuz, siz Konya’sınız, siz Çorum’sunuz, siz Anadolu Coğrafyası’ nın mücadele ve direniş abidelerisiniz. Siz, Anadolu insanına başarabilme umudu aşılayan, bir futbol destanısınız. İstanbul takımlarının abartılmış namının, kol gezdiği Anadolu sokaklarında, meşin yuvarlak ile direniş başlatan büyük bir çığlıksınız.

Ben, bordonun aşkla doğduğu, mavinin tüm imkansızlıklara rağmen Karadeniz’ e meydan okuduğu topraklara hiç ama hiç adım atmadım. Kuzeyli olmak ne demektir, onu da bilmiyorum. Ne horon oynadım ne de hamsi avına çıktım. Çoğu zaman kemençe sesine tahammül edemeyip, radyomu kapattım. Balık kokusundan rahatsız olur, kara lahanayı da pek sevmem... Lakin, yüreğim bordonun aşkı, mavinin hırsıyla beraber atmaktadır. Şunu çok iyi biliyorum ki, bu renkler tüm Anadolu takımlarını temsil etmektedir.

Dik oyna Trabzonspor... Adaletten ve hakkaniyetten, katiyen taviz verme. Hüzün katığın, sevdan yoldaşın olsun. Hiçbir zaman inancını kaybetme ve asla korkuya kapılma. Ezme, ezdirme, ezilme... Haksız puan elde etme. Kursağına giren helal lokmaya, leke sürdürme... Dostluğa ve kardeşliğe el uzat. Ofsaytta yalnız ve yalnız müsabakalarda düş, hayatta sakın ha, düşme. Aç açabildiğin kadar sineni, tüm coğrafyaya... Umut ol, şehir takımlarına. Bunlar senin erdemin olsun Trabzonspor. Çünkü sen kurulmuş düzeni yerle bir eden, oyunu Anadolu adına bozan gerçek bir efsanesin.

Sen, Anadolu takımlarının asıl hamisi, Babamdan Bana Kalan En Güzel Futbol Hikayesisin...