Bugüne kadar okuduğunuz kitapların, yazıların; seyrettiğiniz filmlerin veya tiyatro oyunlarının ne kadarını hatırlıyorsunuz acaba? Bazılarının adını bile unuttuğunuza bahse girebilirim. Ben de öyleyim, hafızam zayıftır. Fakat sizin de zihniniz bazı sesleri, sözleri veya anları ısrarla saklı tutmuyor mu kendinde? En çok da bizi can evimizden vuranları? Bir parfüm kokusu, radyoda çalan şarkı, aniden beliriveren rengârenk gökkuşağı, isli, nemli, kirpiklerin ardına gizlenen bir bakış, gözlerden süzülüveren bir damla yaş, kaçak bir gözyaşı… İşte bunlardan biri, hangisi olduğunu anlayacaksınız, bir gün beni aldı ve belleğimin içinde bir yolculuğa çıkararak İstanbul’da seyrettiğim dünyanın en meşhur operalarından birine götürüverdi;Donizetti’ninL’Elisird’Amore’una, yani Aşk İksiri’ne!

Kaç sene önce, nasıl olup da niyetlenmiştim gitmeye, pek hatırlamıyorum. Yalnız, İstanbul’daki öğrencilik yıllarımda, uzun zamandır seyretmeyi kafaya koyduğum çok sayıda operadan biriydi o da. Bir akşam, Üsküdar’dan ufak bir vapura binerek karşıya geçmiştim, Beşiktaş’a. (Hep ufaktı geç saatlerde Üsküdar’dan Beşiktaş’a, Karaköy’e giden vapurlar, galiba pek az kimse kullanıyor diye. O yüzden tenhaydı da zaten, içimi de git gide tenhalaştırırdı o vapurlar; yalnızlığımı, hüznümü de artırırlardı nedense. İri ve bol ışıklı Kadıköy vapurları yanımızdan geçip giderken boğazın sularında savunmasızlık ve güvensizlik hissi vereno ufacık vapurun içinde iyice yalnızlaşırdım.)

Beşiktaş… Durakta bekleyen otobüsler, rıhtımda esen rüzgâr, kalabalık, börekçiler, o oynak çiçekçi kız… Deniz Müzesi, Akaretler yokuşu, Hikmet Anne’nin birdenbire aklıma geliveren nur yüzü…

Otobüsle Taksim ve AKM…Şimdi geleceği belirsiz, boş ve atıl bir vaziyette duran, zamanında hem sanat etkinliklerinin hem de sevgili, eş dost beklemenin vazgeçilmez mekânı olan Atatürk Kültür Merkezi’nin o ağır salonunda bir yarım saat kadar oturduktan sonra… Merakla beklediğim temsil başlamıştı işte: Aşk İksiri!

Size Donizetti’nin bu hem coşkulu hem hüzünlü, hem komik hem içli operasını uzun uzun anlatacak değilim. Eserin librettosunun FelicioRomani tarafından yapıldığını, ilk temsilinin 1830’larda Milano’da gerçekleştiğini… Ve daha bunun gibi birçok bilgiyi hemen edinebilirsiniz, o yüzden uzatmama gerek yok. Fakat daha adından başlayarak böyle bir eseri yazmak, bestelemek ve oynamak bakımından İtalyanları kıskandığımı söylemeliyim. Opera, bizde yok. Var da yok! Bizler şiiri nedense musiki ve tiyatro ile harmanlayıp böyle eşsiz operalar vücuda getirememişiz. Yalnız ve güzel ülkemde en iyi opera bir düğün salonu veya cafe ismidir ancak. Hay bin kunduz!

Eserin benim izlediğim yorumu İstanbul Devlet Opera ve Balesi’nin bana göre gayet başarılı bir icrasıydı. Oyuncularını hatırlamıyorum ancak konusu hemen bütünüyle aklımda. Nemorino adında fakir bir gencin mahallenin hoppa ve zengin güzeli Adina’ya aşkından düştüğü gülünç durumları konu ediyor Aşk İksiri. Aslında bir komik opera olarak tanımlansa da yönetmenler onun romantizmini ön plana çıkararak sahnelemeyi de seviyor nedense. Bence sebepsiz de değil ya! Neyse, saf âşığımız Nemorino bu çaresiz durumdan kurtulabilmek umuduyla sahte bir doktordan “aşk iksiri” satın alarak kızı kendine âşık edeceğini umar, buna adamakıllı inanır da! Tahmin edileceği gibi, iksir kırmızı şaraptan başka bir şey değildir. Âşığın bu şarabı içmesiyle olaylar da eğlenceli bir hal alır, iki perdelik opera komik ve zaman zaman hüzünlü bir tonda akar gider.

Ne vardı bu Aşk İksiri’nde peki? Nesi o kadar sarmış, etkilemişti beni? Sanat eleştirmeni değilim, bu soruya öyle ağdalı cevaplar verecek halim yok. Sadece, şiirden biraz anlayan biri olarak diyeceğim ki, bir komik opera olsa da Aşk İksiri bende daima belli belirsiz bir hüznün timsali olmuştur. Bu durumun en önemli sebebi de oyunun ikinci perdesinde Nemorino’nun söylediği o aryadır:“Una FurtivaLagrima”, Kaçak bir gözyaşı!

Türkçesi aşağı yukarı şöyle bir şeydi:

Saklı kalmış bir gözyaşı

Gözlerinden belirdi

O tazecik muhteşem şey

Kıskançlığından bir işaret gibi gözüktü

Daha ne kanıt arıyorum ki

Beni seviyor, artık biliyorum!

Para verip aldığı sahte aşk iksirinin gerçekten tesir ettiğini sanarak genç kızın kendisini kıskanıp ağladığını düşünecek kadar saf veya aşırı duyarlı âşığın bu hali içime dokunmuştu, hâlâ da dokunur. Neden?Erkekler olarak bir gözyaşına kanacak kadar budala olmamız veya akan her gözyaşını bir aşk işareti sanmamızdan mı? Yoksa halimize, yaşantımıza bakmadan herkesi bir çırpıda kendimize âşık edeceğimize inanmamız, aşkın da o derece kolaycacık gerçekleşiverdiğini düşünmemizden mi?Bunlardan hiçbiri değil de sadeceâşığın o anki acınası hali için miydi yoksa? Bilmiyorum, bunlardan hangisiydi dokunan!

Daha düşünmüyorum, yalnızca sözlerin ve melodinin o büyüsüne bırakıyorum kendimi:

-Saklı kalmış bir gözyaşı, gözlerinde belirdi.

Nerde olduğumu kestiremiyorum, görkemli bir sahnede aşk sarhoşu bir adam, tatlı bir budala mı bu konuşan? Hayır,alelade bir salonda çay kahve içenlerin ortasındayım şimdi. Adamın eli, hayır Nemorino değil, kızın yanağından süzülen o yaşı silmek için uzanıyor, o kaçak gözyaşını. Bir şeyler fısıldıyor kıza, hem duymak istiyorum hem duymamak, çok hafif bir müzik var içeride, gürültünün içinde ancak ayırt edilebilen. Ben mi öyle hayal ediyorum yoksa ağızdan bir fısıltı halinde çıkıveren sözler gerçekten o şekilde mi bilemiyorum, sanki şöyle bir şey:

-Gözünde bir damla yaş gördüm… Evetevet, kaçak bir gözyaşı! Hiçbir şey söyleme, biliyorum, bu, yaş değil, aşkın ta kendisi!

Hesabı ödeyip çıkıyorum oradan, arkama baksam belki kızın alaycı gülüşlerine de şahit olacağım, öbür budalaya acıyacağım sonra… Sonrası belirsiz. Yürüyorum durmamacasına, hayır, burası İstanbul da değil Adapazarı da. Bir rüya sokağında yürüyor gibiyim, dudaklarımda hep aynı aryanın sözleri…

Kaçak bir gözyaşı…

Kaçak bir…

Kaçak…