Giresun girmeyesun, giresun girmeyesun; gir da! Girdim. Girdik daha doğrusu.

İyi ki de girmişiz. Samimiyim bak. Yıllarca, en az on defa Samsun - Ordu - Trabzon güzergâhında gidip gelirken, Giresun sahilinden yukarılara doğru göz atmış, sonra da mesai arkadaşım Faruk Şişman’ın doğru bulduğum sözüyle hareket etmiştim hep: Bu Karadeniz şehirlerinin hepsi birbirine benziyor; fotokopiyle çoğaltılmış gibi hepsi. Bir sahil, içerilere doğru tepeler, en yüksekte de Boztepe. Girip de vakit kaybetmeyelim. Yanılmışız Faruk. Uzaktan doğru görünen tespitin, içeriden farklıymış kardeş; diyeyim sana.

Geçenlerde, - edebî bir toplantı vesilesiyle - üç güzel gün geçirdim Giresun’da. (Teşekkürler TYB Giresun Başkanı iyi kalpli insan başarılı akademisyen Nazım Elmas dostum.) Kendime kızdım. Niye böyle bir şehri senelerce ıskalamışım diye.

Giresun’un adının kirazustan yani kiraz yurdundan geldiğini duymuştum fi tarihinde. Aklımda öyle kalmış. İlk onu sordum; nerede kirazlarınız diye. Meğer bilgi doğruymuş ama, kirazın üzerinden, pardon köprünün altından çok sular akmış. Son asırda fındık sarıp sarmalamış her yamacı her tarlayı her bahçeyi. Geçim kaynağı oymuş artık. Ondanmış zahir.

Sarı ama tatlı bir kirazı varmış hâlen, Giresun’un. O da çok seyrekmiş ama. Az bulunuyormuş. Güzelim sarı kırmızı kirazlar, tahtını yeşil beyazlı fındık bahçelerime kaptırmış. Türküleri bile:

Giresun’da finduklar, Kızlar finduk ayuklar. Onlar fındık ayıklamaya devam etsin, biz de şehri gezmeye.

Giresun’da varsa yoksa kale. Akşam kale, sabah kale. Kale de kale ha. Her yer ayağınızın altında; Trabzon tarafı, Ordu tarafı, sahil, iç kısımlar. Eski, yeni. Dün, bugün. Hatta ada. Evet evet ada. Âşık Çepni Adası orası. (Aman Yusuf Mısırlıoğlu duymasın, benim uydurduğumu sanacak.)

Efsane şu: Devir çok eski. Pontus devri daha. Giresun Adası’nda bir kilise varmış, bol bol da rahibeler. Kralın kızı Katerina, her efsanede hep öyle olur ya, güzeller güzeli, akıllı mı akıllı bir kızmış. Giresun’un iç kısımlarında Çepni Türkleri yaşarlarmış. Uç beyinin adı Seyyid Vakkas’mış. Bu bizim Seyyid Vakkas’ın, eli sazlı, dili sözlü, tertemiz yüzlü, yakışıklı mı yakışıklı Yusuf adında bir oğlu varmış. Başka oğulları da var, Yusuf en küçükleriymiş. Âşıklık geleneği yaygınmış Çepni Türkleri arasında. Bazı akşamlar, sazlar çalar, türküler söylenir, gönüller şenlendirilirmiş. Uç beyinin yakışıklı oğlu Yusuf da, onlardan birisiymiş ve çevrede herkesçe Âşık Çepni olarak bilinirmiş.

Gel zaman git zaman, rahibe Katerina ile bizim Âşık Çepni’nin yolları, bir çeşme önünde kesişmesin mi; yıldırım aşkı denilen söz gerçek olmuş, delicesine tutulmuşlar birbirlerine. Ama kavuşmaları da bir o kadar imkânsızmış. Pontus’un kralı, Müslüman Türklerden öcü gibi korkuyor ve aynı oranda da nefret ediyormuş. Adanın Papazına ferman göndermiş; erkek gibi güçlü rahibeler Katerina’ma göz kulak olsunlar, eğer kızım bir yanlışlık yapacak olursa engellesinler, Yusuf denilen o Türk iti, adaya çıkmaya kalkarsa, bileklerinden kesilsin! diye.

Felek bir kere ağlarını örmeye görsün; her şey ters gidermiş derler ya. Tam da öyle olmuş: Katerina’sının aşkıyla aklı başından giden bizim Âşık Çepni, ağıtlar, maniler, koşmalar, altı artı beşler… bozlaklar yozlaklar tozlaklar döktürür olmuş, güzünün yaşıyla birlikte. Gecenin geç saatlerinde, ortalıkta ayak kesilince, Katerina da adasından kaleye doğru kulak kabartır, çok uzaklardan Yusuf’unun yanık sesi ve içli türküleriyle gönlü şad olurmuş.

Katerine, çok güvendiği çocukluk arkadaşı bir rahibeden Âşık Çepni’ye çok gizli bir not göndermiş: Şu gece şu kapıyı sabah ezanı vakti ona açacağım diye. Öyle de yapmış. İki kara sevdalı âşık buluşup mutluluğun zirvesine doğru yola koyulmuşlar. O da ne? Kör şeytanın işi yok, hemen arkalarında bitivermiş. Hem de azman rahibeler kılığında. Katerina’nın ‘çabuk kaç Yusuf’um, denize atla da kurtul’ çığlığıyla, adeta uçarcasına kıyıya koşan Yusuf’u, izbandut rahibeler ordusu kıskıvrak yakalamış, son bir hamlesinde de iki kolunu bileklerinden baltayla doğrayıp denize atmışlar kansızlar. Türklere gönül veren Pontus güzeli Katerina da üç gün sonra – güya - yargılanıp elleri kolları arkaya bağlı şekilde denize atılmış. Haftasında iki cesette kıyıya vurmuş.

olaydan birkaç gün sonra, hiç beklenmedik bir şey olmuş: Fatih Sultan Mehmet, İslâm ordusuyla, kaleleri fethede fethede, Pontus beylerinin tahtlarını çöpe ata ata Giresun’a gelmiş ve gençlerin naaşlarının adaya defnedilmesi emrini vermiş. Emir yerine getirilmiş. O gün bugün Rumlar adayı Katerina Adası, Müslüman Türkler de Âşık Çepni Adası olarak söyleyegelmişler.

anlatanın yalancısıyız. Dahlimiz varsa da azdır. Böyle biline efendim.

Giresun’da bir şeyi daha fark ettim: Her Giresunlu Topal Osman ile gurur duyuyor. Ve beş bin Giresun uşağıyla. Eyvallah. Ne kadar öğünseler azdır. Zira beş bin yiğit uşağıyla Topal Osman, İstiklâl Harbi’nde destanlar yazmıştır, cephe cephe. Ayyıldız memleketidir Giresun; bunu her tanıdığım Giresunluda derinden fark ettim ve mutlu oldum. Zaten Osmanlı’daki adı da Vilayet-i Çepni’ymiş. Çepni eyaleti merkezi demek, daha doğru belki de. Türklük ve Müslümanlık, atadan - dededen yadigâr onlara. Vatan sevgisi ve yiğitlik de atadan miras.

çay deseniz Rize akla gelir hemen. Fıstık denince Antep. Mercimek Urfa, kabak deseniz Adapazarı. Üzüm denince İzmir, incir deseniz Aydın. Konya da buğday ambarıdır mesela. Ya Fındık? Diyeyim size. Fındığın başkenti Giresun’dur. Namıyla şanıyla Giresun. Analarının ak sütü kadar helâl bu sıfat onlara. Giresunspor taraftarı olarak Çotanakları bilir ve merak ederdim. Meğer fındığın yapraklı hâliymiş çotanak. Heykeli bile var çotanağın şehirde. Ne güzel. Sanayi olmuş fındık Giresun’da. Ticaret olmuş. Dükkân dükkân, ofis ofis, raf raf. Tatlısı tuzlusuyla. Kavrulmuşuyla çiğiyle. Helvası da var çikolatası da. Çok mutlu oldum. Gurur duydum Giresun’la. Samimiyim.

Karışık pidesine bayıldım mesela. Dönerine de (Bulancak’ta Engin Usta’da ama.) Çıtır kadayıfı da meşhurmuş. Süt ve fındıklı bir ağdası var. Tattım; önce fazla çıtır ve kuru gibi geldi. Dibine, alt kısmına inince, nefis bir lezzeti varmış gerçekten. (Sağ olasın şair doktor Fazıl Özden kardeşim, kesene bereket.)

Güzelliklerle donanmış ve gönenmiş bir şehir Giresun. Onlar bunun farkında değiller elbette. Her sabah turşu kavurarak kahvaltılarını yapıyorlar şimdilik.

Her şehrin kendine has bir konuşması var, elbette. Bizim mahallenin Giresunlu muhtarı Abdullah Engin ile konuşurken, hablegene dediğinin otuz beş senedir farkındaydım zaten. Bu gidişimde sık sık haböle dediklerini de fark ettim. Araştırdım, - yalanım yok, on altı yıllık Giresun damadı Fazıl Bey’den de birkaç tüyo aldım - en sık kullandıkları iki sözü var Giresunluların: ‘Ayyam (hava) bugün çok bozuk’ ve ‘şööle annama gel.’ (Şöyle karşıma geç otur.)

Ha unutmadan: Her şehre lâzım biriyle tanıştım Giresun’da; Hatice Satgun. Bir insan lebalep Giresun sevgisiyle bilgisiyle ilgisiyle dolu mu olur yahu? Evet olur. Olurmuş. Gördüm ben bunu. Şahidim. Kırk sekiz saat süreyle hem de. Giresun ayaklı ansiklopedisi mübarek. Sözüyle yüzüyle ve dahi öfkesiyle bihakkın Giresun bizim Haççe. Yakışıyor da bu ona. Türküleri ezbere biliyor, ilin bütün türkülerini. Yetinmemiş, türkü de yazmış. Hatta türküler de diyelim. Yetmemiş, bestelemiş de. Şair de. Halk şiirinin ustalarından hem de.

Şiir deyince, bizim Ömer Emecan geldi aklıma. Kocaalili şair Ömer Emecan. O da aslen Giresunludur. Ona da tek cümleyle Giresun? Diye sordum. ‘Kirazın başkenti’ dedi. Sonra da ‘atma türkü’ dedi.

Giresun dediğin, batıda Batlama Deresiyle doğuda Aksu Deresi arasında bir güzel şehir. Sahili Cenikli, yukarılar yani iç kesimler Gırıklı. Doğası ayrı güzel, yaylaları daha ayrı.

Özü özeti budur söyleyeceklerimizin; güzel şehir, sakin şehir, bereketli şehir.

Dün kirazın, bugün fındığın başkenti şehir, da!

Giresun, gezesun, kalasun. Hiç gitmeyesun şehir. Kalbimiz sende kaldı da!