Cumhurbaşkanımız Erdoğan’ın bugünkü Adapazarı mitinginin “bizim” için farklı bir anlamı var. “Biz” dediğim, rahmetli (Ş.) Selahaddin Şimşek’in öğrencileri, okuyucuları, dostları, ailesi. Cumhurbaşkanımıza “bizim” herkesten farklı bir “borcumuz” var. “Gönül borcu”muz.

17-25 Aralık saldırısından hemen sonraki Adapazarı mitinginde, Bulvar’daki havuzun önünde Zeki Aydıntepe ile birlikte kendisini dinlerken, Erdoğan, sözü rahmetli Selahaddin Şimşek’e getirmiş ve şöyle demişti: “Selahaddin Şimşek’in bir sözü var: ‘Hakikatler, yapraklarını hiçbir sonbaharın dökemediği asırlık ağaçlardır!’ Ey Pensilvanya, sen bizim yapraklarımızı dökemezsin!”

Hem şaşırmış hem de çok mutlu olmuştuk.

Sayın Erdoğan, “Rahmetli Selahaddin Şimşek kardeşimiz için birer Fatiha okuyalım”demiş ve meydanı dolduran on binlerce hemşehrimizle birlikte miting konuşmasını keserek dua etmişti.

Rahmetli Selahaddin Şimşek adına on binlerce tertemiz yürekten aminin gönül borcudur bizim borcumuz.

Kimse bilmez ama, Erdoğan’ın, “Ey Pensilvanya” diye seslendiği anda durduğumuz yerde, tam da orada, havuzun kenarında beni bir banka oturtmuş, çok seneler önce, 90’ların hemen başında, rahmetli Selahaddin Şimşek, elindeki katlanmış gazeteyi dizlerine vura vura,“Okudun mu sen bu röportajı?” demişti. “Hayır” demiştim. Çok kızmıştı. Aman Allahım, ne azar işittim o gün. Vay efendim neden okumamışım. Vay efendim bu ne gamsızlıkmış. “Bak beni iyi dinle” demişti. “Bu adam, bu melun, bu kibir abidesi, bu kendini alim sanan cahil, Müslümanların başına gelmiş en büyük beladır!”

Yalan yok, ne kızgınlığını anlayabildim o gün, ne de niye bu kadar kızdığını. Meğer, 15 Temmuz hain darbe girişimi gecesi hissedeceklerimizi, yaşayacaklarımızı haber veriyormuş.

Rahmetli (Ş.) Selahaddin Şimşek, bize insanlık, Müslümanlık, adamlık, vatan ve bayrak sevgisi hakkında unutulmaz dersler vererek, meseller anlatarak, kitaplar okutarak göçüp gitti bu dünyadan. O’nun anlattıkları, okuttukları sayesinde yıkılmadık bugüne kadar yıkılmadıysak.

Rahmetli zaman zaman Yusuf Ziya Ortaç’ın meşhur “Portreler” kitabından satırlar okurdu ezberinden. En sevdiklerinden biri de filozof Rıza Tevfik hakkındaki portreydi. Yusuf Ziya, Rıza Tevfik’i meşhur eden özelliklerini inanılmaz bir dil inceliğiyle anlatıyor, bunlarda aslında hiç de önemsenecek bir yer işgal etmediğini söylüyor, “Gelen kim? Filozof Rıza Tevfik mi?” diye soruyor örneğin ve filozofluğunu hicvediyor fakat yazıyı şöyle bitiriyordu: “Gelen kim? Şair Rıza Tevfik mi? Gelsin. Başımız üstünde yeri var.” Selahaddin Şimşek yazıyı ezberden aktarması bitince, “Uçun Kuşlar diye Türkçe’nin en güzel şiirlerinden birini yazan Rıza Tevfik bu kadar mı güzel anlatılır, hakkı bu kadar mı zarif teslim edilir?” diyordu.

Selahaddin Şimşek’in öğrencisi olarak, bu yazının başlığını “Gelen Kim? Erdoğan’sa Başımız Üstünde Yeri Var” derken elbette Erdoğan’ın sadece bir özelliğiyle başımızın üstünde yeri olduğunu söylüyor değiliz. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın diğer bütün baş tacı edilecek özellikleri dışında, bizim için sadece bir özelliğinin, Erdoğan’a, Selahaddin Şimşek adına taşıdığımız “gönül borcu”nun kolay kolay ödenecek bir borç olmadığını ifade etmeye çalışıyoruz.

Erdoğan’a sadece gönül borcumuz mu var?

Elbette hayır.

Fakat borçlarımızın en büyüğü gönül borcudur.

Rahmetli Selahaddin Şimşek, Yenicami’deki eski püskü kahvehanenin alçacık hasır taburelerinden başka yerimizin olmadığı yokluk yıllarında, baba Bush’la Amerika’da görüşen Özal’ın, ABD Başkanıyla “dokuz dakika” görüşmesini, çok uzun görüştüler diye yere göğe sığdıramayan Hürriyet haberini gösteriyor ve diyordu ki: “Yahu, Amerikan başkanı bize dokuz dakika ayırdı diye seviniyoruz. Bu zillettir. Daha vahimi, Özal, bu dokuz dakikanın üç dakikasını tekstil kotamızın birkaç puan arttırılması için ricaya harcadı. Bush ne dedi? Olur, ama Türkiye’de sinemalarda Amerikan filmlerini Türkçe dublajla oynatmayacaksınız. Bush kültür diyor, biz pamuklu don diyoruz.”

Ne değişti? Nasıl değişti? Hangi Türkiye’den hangi Türkiye’ye geldik, bunu nasıl başardık? Erdoğan’ın ve O’nun dik duran, eğilmeyen liderliğinin bu gelişmedeki öncü rolünün değerini, son yaşadığımız Avrupa olaylarına bakarak açıkça görebiliriz. Nereden nereye geldiğimizi tekrar tekrar düşündüğümüzde, Cumhurbaşkanı Erdoğan’a “gönül borcu” dışında ne türlü borçlarımız olduğunu da net olarak görürüz.

Selahaddin Şimşek, “Eğilenler oldukça, dik duranlar olacaktır” derken, “Nice ışık saçanlar yangın çıkartmakla suçlanmışlardır!” derken, “Nüfusumuzu azaltmak istemelerindeki maksad, nüfuzlarını çoğaltmaktır” derken, “Bazıları dedelerini dirilmemeleri şartıyla sever” derken, “Tavşandan şapka çıkarmaları isteninceye kadar sihirbazlar şapkadan tavşan çıkarmaya devam edeceklerdir. Balonların gururu iğnelerle karşılaşıncaya kadardır!” derken, Batı karşısındaki gereksiz ve anlamsız ezikliğimizi tamire çalışırken, kafasının ve gönlünün devamlı sızlayan tarafında sürekli ama sürekli, haysiyetli bir ülke ve şerefli bir lider hasretini duyuyordu.

Keşke Selahaddin Şimşek, hasretini çektiği, mazlumların sığınağı olan, zalimin zulmüne boyun eğmeyen, “Erdoğanlı Türkiye” yıllarını da görebilseydi.

Görmemiş midir? Olur mu? “Deha, ‘imkansız’ zannedilende ‘mümkün’ü görebilmek demektir. Gemilerin karada da yüzebileceğini sezmek, ‘Mehmed’lerden birini ‘Fatih’ yapar!” özdeyişini niye yazdı o zaman?

Ne zaman? İstanbul’u gerçek manasıyla yeniden fethetmeye hazırlanan Türkiye’nin lideri Erdoğan tam da İstanbul’a başkan seçileceği zaman! Tesadüf mü? Değildir. Türkiye’nin “iyilik”, “güzellik”, “adalet” ve “insanlık” gemileri “kapkara” bırakılmış karalarda “masmavi” denizlerde yüzer gibi yüzmeye hazırdır.

Erdoğan’a gönül borcumuz dışındaki bütün borçlarımızın özetini o gemilere yükleyebiliriz.

Evet! Erdoğan’a gönül borcumuzu ödemek adına evet, zalimlerin kırdığı gönüllerin birer birer onarılması için evet, mazlum milletlerin kırılan onurlarının tek tek tamiri için evet. Evet, Erdoğan’a çok borcumuz var.

Selahaddin Şimşek adına Erdoğan’a “gönül borcu”muzu ödemeye yetmez ama Cumhurbaşkanımızı şükranla sesleniyoruz: Gelen Kim? Erdoğan’sa, Başımız Üstünde Yeri Var!