Ahmet Kutsi Tecer, ‘Orda bir köy var uzakta, gitmesek de, görmesek de o köy bizim köyümüzdür’ şiirini sanırsınız ki Gagauz Yeri için yazmıştır.
Yeryüzünde midir gökyüzünde mi? Bu dünyada mı öte dünyada mı? Fizan’da mıdır Kafdağı’nın ardında mı?
Türk milletinin ‘bilinmez meşhuru’dur Gagauz Yeri. Herkesin adını duyduğu ama neredeyse hiç kimsenin gidip görmediği bir yurt parçamız.
Bir rüya, bir masal diyarı sanki; Orta Çağ’da, Keloğlan’ın ülkesindesiniz adeta.
Kuzeyde, ta kuzeyde, Ukrayna, Moldova derken, Kırşehir Hacıbektaş, yahut Eskişehir Sivrihisar veya Maraş’ın Göksun’unda buluyorsunuz adeta kendinizi; yüzler, gözler, izler, sesler, sözler neredeyse birebir aynı: Bez dokunan aygıta onlar da ‘düzen’ diyorlar. Unsurları bile aynı; ‘mekik’, ‘gücü’, ‘tarak’… eleme işini yapan aygıtları, aynı annem gibi, üçe ayırmışlar onlar da; büyüğüne ‘gözer’, ortancasına ‘galbır’ (kalbur), küçüğüne de ‘elek’ diyorlar. ‘Çıkrık’ aynı çıkrık da, örekenin ö’sü düşmüş uzun yolculuk sonucu, ‘reke’si kalmış.
Babaannemin ‘kesme çorbası’, anneannemin ‘kavurma’sı, teyzemin ‘kıvırma’sı –isimleri de cisimleri de – birebir aynı, halamın ‘kanaviçesi’nin renkleri kadar desenleri de çok ama çok benziyor.
Kısaca ‘Vani’ diye seslendikleri –ülkenin önde gelen ressam ve şairleri’nden İvan Milev’le tanıştırılıyoruz; sanki Sivas Kangal’dan Süleyman kardeş yahut Kütahya Domaniç’ten Mehmet Ağbi; ‘nasılsınız soruma tıpkı rahmetli babam gibi cevap veriyor: ‘Çok şükür iyiyim; siz?’ Çoltay’daki (Çağatay’dan galat) şiir gecesindeki genç şairlerden birinin adı soyadı da çok ilginizi çekecek: ‘Alla(h) Bü(y)ük’
Selamlaşmaları mı? Sokakta, işyerinde, evde; günün her saatinde ve her mekânında selâm şöyle veriliyor: ‘Zaman hayır’sın!’ (hayrolsun), cevabı da güzel ve anlamlı: ‘(A)kibet hayır’sın’ (akıbet/netice hayrolsun)
Yüzler, gözler, sözler ne kadar ‘bizden’se isimler o kadar Hıristiyan: Sergei, Alex, İvan, Todur, Elena, Ekaterina, Petri, Viktor, Vasil… Bizim kafilemizdekiler mi? Hasan (Duruer), İbrahim (Tarancı), Rıdvan (Canım), Rifat (Gürgendereli), Mustafa (Bilgin), Taceddin (Özkaraman), Recep (Kozan), Fahri (Tuna). Tanışma sonraları konuşmalara azıcık kulak kabarttığınızda şöyle fısıldaştıklarına şahit olmak mümkün; ‘Türkiye’nin Türkleri amma da Araplaşmışlar yahu!..’ Kısacası; herkes diğerine oranla ‘farklı dinden ‘dindar’laşmış. Ama soy(n)adlarımız tıpatıp aynı: Topçu, Ormancı, Tütüncü, Uzunoğlu, Filoğlu, Karanfil, Demirci, Arabacı, Karaçoban, Kavalcı, Kazancı, Topal, Sağır.
Yerleşim isimleri de içinize işleyecek, yüreğinize dokunacak cinsten: Çeşme, Beşelma, Çağatay (Çoltay), Çadır, Taraklı, Kıpçak, Volkan-eş, Kırbalı, Avdarma, Bağırcı, Haydar, Kongaz, Ütülüköy…
Üzümü, üzümleri meşhur Gagauz Yeri’nin; hasat sırasında traktörlerle (sanki buğday, arpa, mısır doldurulmuş gibi) yüzlerce kasa (traktörün römorkundan söz ediyorum) üzüm görüyorsunuz; nereye? Sorusunun cevabı hep aynı: Şaraphaneye… Tahmin edebileceğiniz gibi, Gagauz Yeri’nin çeşit çeşit şarapları da meşhurmuş.
Köylerden kasabalardan geçiyorsunuz; sakin, görmüş geçirmiş, gani gönüllü (mütevekkil) teyzelerle emmilerle karşılaştık; hepsi bir şeyler ikram etmek için yarışıyorlardı, istisnasız: Daha insan, daha duru, daha şehirden/çıkardan/hesaptan uzak, daha yalındılar; zira ‘para’yı bilmiyorlardı pek. Öğretmen maaşının 50 (elli), profesör maaşının 80 (seksen) dolar olduğu ülkeydi; ‘azı’ ‘yok’saymışlar, ‘para derdinden kurtulmuşlar’dı sanki…
Konuştuklarımız dertliydiler, endişeliydiler, huzursuzdular ‘gelecek’ adına; ‘Gençler Moskova’ya kaçıyor, giden bir daha gelmiyor, gençlerimiz maalesef Rusça konuşuyor Türkçe yerine’ diye yakınıyorlardı. Anlaşılan ‘kültür emperyalizmi’ bizim gibi onları da tehdit ediyor olmalıydı.
Gagauz Türklerini tanıdıkça şöyle bir hükme varıyorsunuz; nasıl bizimki ‘Anadolu Müslümanlığı’ ise Yunus’la, Mevlâna ile, Nasreddin Hoca ile, Hacı Bayram Veli’yle Hacı Bektaş’la yoğrulmuş, onlarınki de ‘Gagauz Yeri Hıristiyanlığı’; yani God yeri Allah dedikleri, ‘şükür’, ‘hayır’, ‘zaman’, ‘emanet’ diye binlerce kelimeyi kullandıkları. İlk şaşkınlığın ardından şöyle bir hükme varabiliyorsunuz: Türkler hangi dini benimserlerse benimsesinler, hangi coğrafyaya yerleşirlerse yerleşsinler ‘kendi ruh ve meşrepleri’yle kabul ediyor, şekillendiriyorlar, şekilleniyorlar.
Gelişmişlik ölçütleri kabul edilen yol asfalt bina alet edevat fert başına düşen milli gelir gibi unsurlara göre Anadolu’dan yüz sene geride sayılabilir Gagauz Yeri Türkleri; gittiğinizde ‘aaa bu benim dedemin zamanından kalma bir hayat’ da diyebilir bazılarınız. Bir başka yaklaşıma göre ise doğallıkları, sadelikleri, mutluluklarına bakarak ‘aaaa bunlar bizden yüz yıl ileride’ bile demek mümkün olabilir; size kalmış…
Orta Asya’dan beş on sene önce gelmiş, obadan köy yaşamına yeni geçmeye çalışan bir görüntü var Gagauz Yeri’nde; öyle taze, öyle sıcak, öyle ‘Türk’. Şiveleri –birkaç asır önce sürgün edildikleri- Kuzey Bulgaristan (Varna, Dobriç, Silistre, Rusçuk) şivesi. Buğday arpa yulaf üzüm cevizle ‘yaşama çabası’nda gördüm onları. 917 Proleter/Komünizm Devriminin getirdiği baskı/zulüm/yoksulluğun da tüm belirtileri onları fazla bozamamış. Devlet Başkanı Mihail Formuzal’ın bizleri kabulde söylediklerini –tıpatıp orijinal cümleleriyle - aktarıyorum: ‘Çok şükür bizde petrol yok! Onun için büyük devletler bize demokrasi getirmeye çalışmıyorlar. Onun için kan dökülmüyor Gagauz Yeri’nde. Biz hoşgörü/toleratante ülkesiyiz’.
Biz Türklerin kendimizce tanımlamalarımız vardır; ‘giden gelmiyor’ denince Yemen akla gelir, ‘uzak, ırak’ denilince Fizan; ‘ulaşılmaz, imkansız’ demek Kafdağı demektir, ‘sıla’ demek Vardar Ovası, ‘gurbet’ demek İstanbul’dur meselâ.
Gagauzlar ‘imkansız’ı, ‘anca gidersin Edirne’ye’ sözleriyle tanımlamışlar; onların Kafdağı da Edirne. Türküleri bile var: ‘Çekirgeyi nalladım / Edirne’ye yolladım / Beş para verdim eline / Tuz sabun alsın geline ‘
Gagauz Yeri; doğallığın, duruluğun, hoşgörünün, Türkçenin memleketi.
Gagauz Yeri; bizim, bizden, bizimle memleket.
Gagauz Yeri hakkında söylenebilecek en özet cümle şu olabilir zannımca: Kafdağı’nın ardındaki Türk yurdu; mutlaka gidilmeli, görülmeli, sevilmeli…