Akhisar’ın Zarif Amcası; Zarif Süzgün-IV

Ertesi akşam olmuştur. Yemek sonrası Fikret Hanım’ın kaynattığı vişne suları soğutulup getirilmiş yudumlanarak iç serinletilmektedir.

Zarif Usta;

“- Kuzularım, bakın size beyaz çikolata getirdim… Gelin buraya bakalım” diyerek Tuğba ile Elif’i çağırmıştır. Onlar da koşup gelmişler Fikret anneannelerinin elleriyle yaptığı kıstırmaları beklemektedirler yemek için.

Torunlar da iyi bilmektedirler ki dedelerinin beyaz çikolata dediği şey bisküvi arasına sıkıştırılmış lokumdur.

Damat Fatih:

“- Baba sen bu beyaz çikolatayı çok seviyorsun galiba…” diye takılır.

“- Neden sevmeyelim ki evlat. Çocukluğumuzun en büyük zenginliği o. Ben Tuğba ile Elif kadarken başka ne vardı ki…”

Öyleydi gerçekten.

1950li yıllarda yaşamıştı çocukluğunu Zarif Usta.

Bisküviyle lokumun muhteşem uyumuydu bu tatlı.

Pötibör bisküvi yani dikdörtgen iki bisküvi kenara koyulur, iyice yaygınlaştırılmış sade lokum ikisinin arasına özenle yerleştirilir, dikkatlice yapıştırılır sıkıştırılır iki bisküvi parçası arasına lokum. Yumuşak özenli ustaca. Bisküvisi kırılmayacak. Kırılırsa olmaz. Olursa değeri düşer. Marifet kırmadan sıkıştırmakta.

“- Kıstırmadan lezzetli hediye mi olurdu o zamanlar?” dedi Zarif Usta, eşi Fikret Hanım’a teşekkür ederken.

Kıstırma denirdi bu tatlıya eskiden beri.

Zarif Usta uydurmuştu beyaz çikolata adını.

Her çocuk kahverengi çikolata isterken dedelerinden, dişleri çürümesin diye torunlarının, kıstırma alırdı çoğu kez.

Bir de kaymaklı lokum ile akide şekeri.

“- Geleneksiz gelecek olmaz!” derdi Zarif Usta sık sık çevresindekilere.

Fatih ile Ayşe de ezberlemişti bu sözünü onun.

Torunları bile. Anlamasalar da.

Ve eklerdi sık sık:

“- Bir yazar kardeşimden duymuştum ilk kez. ‘Unutmayın: İstikbâl köklerdedir.” Dününü unutan yarınlarında kaybolup gider…”

“- Evet evet, haklısın baba. Öyleyse biz de köklerimize dönelim yine. Dün akşam Zarif Dede ve ailesini Selanik limanında gemiye binerken bırakmıştık. Sonra neler olmuş. İlk nereye gelmişler?” diye konuyu göç hikâyesine getirmişti ustaca damat Fatih.

Zarif Usta derin bir nefes alarak bir önceki akşam kaldığı yere döndü:

“- Selanik’ten yola çıkmışlar. Günler sonra gemimiz İzmir Limanına yanaşır. Gemide yapılan anonsta:

“- Mal talep edecek olanlar, gemiden inmesin, Gemi Trabzon’a gidiyor. Orada mal verilecek” denir.

Bizimkiler sorarlar:

“- Trabzon neresi?”

Alınan cevap:

“- Gemi ile daha on günlük yol” dediklerinde dedem düşünür:

“- Bu gelişin bir de dönüşü olacak, benim devletim bizi tekrar eski topraklarımıza kavuşturacak. Onun için burada ineceğiz, mal mülk istemiyorum” deyip eşyaları bir kenara yığıp beklemeye başlarlar.

Bazılarının akrabaları, tanışları karşılamaya gelmişler. Bizimkiler eşyalarının üzerinde oturup düşünmekteler. ‘Tamamen yabancı bir yer, ne yaparız nereye gideriz’ diye sağa sola bakarken tanıdık bir sesle irkilirler:

“- Zarif Amca, Zarif Amca” diyen birisi yanlarına yaklaşmaktadır.

Gelen yabancı değildir; memleketten biridir. Okuyup memur olan ve tayini İzmir’e çıkan bizim uzaktan akrabamız Cavit Bey’dir gelen. İzmir Gümrüğü’nün müdürüdür. Sarılıp hasret giderirler.

“- Siz burada bekleyin, ben şu gelenleri yerleştireyim. Görüşürüz” der, görevinin başına döner.

Bir kaç saat sonra tekrar yanlarına gelir, detaylı görüşürler, memleket hasreti giderirler.

Bu Cavit Bey, İzmir Fuarı’nın yapımında çok emeği geçmiş ve uzun yıllar müdürlüğünü yapmış başarılı bir bürokrattı. Çok çalışkan, çok üretken, çok girişken biriydi. Tam bir görev adamı vatanperver biriydi. Çok severdim. Allah rahmet eylesin.

Dedeme:

“- Zarif Amca, ben sizi bir yere göndereceğim, orada kalırsınız. Sonrası için düşünürüz” demiş.

Çift at koşulu eşya taşımak için yapılmış bir araba çağırıp

“- Bunlar benim akrabalarım. Bu yazdığım adrese götür” diyerek ayrılmışlar.

Babamın ifadesi:

“- Arabaya binerek yola çıktık. Etraf yıkık, yanık, evler dükkânlar, şehir terk edilmiş, bir harabe gibiydi. İzmir diye bir şehir kalmamış.

Arabacı:

“- Burası İzmir ama Yunanlılar kaçarken yıkıp yakıp insanları katlettiler. Çok zarar verip kaçtılar…” diye anlatıyordu. Şehirden çıkıp deniz kenarından bir müddet yol aldık. Çarşı gibi bir yere geldik. Arabacı:

“- Burası Karşıyaka. Yiyecek içecek bir şeyler alın. Gideceğiniz yerde alışveriş yapacak yer yok” dedi.

Dedem ve Musa ağabeyim inerek gerekli alışverişi yaptıktan sonra tekrar yola koyulduk. Epey bir yol aldıktan sonra etrafı çitle çevrili kocaman köşk gibi bir yere geldik. Arabacı ‘burası’ dedi, bizi indirip gitti.

Karşıyaka’dan sonra yolda iki üç kişiye ya rastladık ya rastlamadık. İn cin yok. Annemler olan eşyaları yerleştirdi, yani yataktan yorgandan başka bir de çanak çömlek ve çamaşır.”

Zarif Usta anlattıkça anlatıyor, açıldıkça açılıyor, gençler de pürdikkat can kulağıyla onu dinliyorlardı. Zor günlerin hikâyesiydi gerçekten. Film gibiydi.

Fikret Hanım eşine nefes aldırtmak için kalktı:

“- Bana bir dakika müsaade. Azıcık anlatma, ben gelene kadar nefeslen” dedi, gitti mutfaktan erik kompostosu getirdi.

Serin serin yudumladılar.

Zarif Usta:

“- Babam Aziz Süzgün’den dinlediklerim bunlar hep. Babam rahmetli anlattıydı o günleri. Şöyle anlattıydı:

“- Bir hafta bir zaman geçti. Cavit Ağabey geldi:

“- Bak Zarif Amca, bundan sonra yurdumuz burası. Balkanlar tamamen elimizden çıktı” deyince, babam:

“- Olmaz öyle şey; nasıl kaybettiysek geri almasını biliriz” dedi, sessiz sessiz ağlamaya başladı. Yıkıldı adeta, yığıldı kaldı öylece. Gözyaşları akıyordu yüzünden. Biz de üzüntüden ağlamaya başladık. Çok zor, kabul edilemez bir durumdu. Ölünceye kadar da onun hayali ile yaşadı.

Cavit Ağabey:

“- Burasının sahipleri kaçarken ölmüşler. Bu evin şu anda sahibi devlet. Ben size buranın tapusunu da alacağım. Elli dönümlük arazisi de var. Bak Musa nalbantmış; ona Karşıyaka’da bir dükkân açarız. Aziz ile İsa’ya da bir iş ayarlamaya çalışırım. Mehmet de okula gider. Geçinip gidersiniz; gerisi ya nasip…” diyerek vedalaşmışlar.”