KÜÇÜK DEV ADAM

Bir cami düşünün. Çağ açıp çağ kapayan Fatih’in babası Sultan II. Murat tarafından, rüyayı sadıka yani rüyasında peygamber efendimizi görmesi ve ‘okulunu camini de şuraya yap ya Murad’ buyurması üzerine, 1435’te tüm müştemilatı ile Tunca Nehri kıyısına bina edilmiş olsun. Adına da Dar’ül-Hadis konsun. Günümüz anlayışıyla bir nevi Hadis Fakültesi, bir nevi İslami İlimler Fakültesi. Bu külliyede Osmanlı’nın en büyük şeyhülislamları, alimleri asırlarca ders versin. Bin bir İslam âlimini yetiştiren bir ocak, bir mektep, bir mekân olsun. Bin bir hatim indirilip topluca dualar edilsin senelerce. Haziresi yani avlusu da adeta Osmanlı Aile Mezarlığı olsun; Fatih Sultan Mehmed’in erkek kardeşlerişehzade Hüseyin ve şehzade Orhan’dan Yavuz Selim ve II. Selim’in kızlarına, Sultan II. Mustafa ve III. Ahmet’in evlatları, şehzade ve sultanlara… Bu özelliği ile Bursa Muradiye Camii’nden sonra ikinci camii olma vasfına sahip olsun.

Tarih hükmünü icra edecektir elbet, biz beğenelim beğenmeyelim; 1903 Suriçi Yangını, 1913 Bulgar İşgali, 1921 Yunan İşgali görsün, top tüfek, savaş çatışma. Nüfusu neredeyse onda bire inmiş, metruk bir Edirne’de, 1923’e yani Cumhuriyete minaresi yıkık, harabe bir cami olarak girebilmiş, gelebilmiş Dar’ül-Hadis. Tek Parti döneminde askeri depo ve karargah olarak kullanılmış. Tunca-Meriç taşmalarından dolayı zemini yetmiş santim kadar mille dolmuş sonra. 1990’lara kadar minaresiz imamsız cemaatsiz camsız çerçevesiz, adeta baykuşların mekanı olarak gelebilmiş Sultan II.Murad’ın yadigârı camimiz.

Derken, yıllaryıllar sonra, 1997 ekiminde imam olarak İstanbullu bir hâfız atanır bu virane camiye. Her şey, camimizin makus talihi bu tayinle değişecektir: Bir elli, bir elli beş boylarında, hafif tombulca, kırmızı yanaklıyirmi beş yaşlarındaki bu genç imam, kıpır kıpır, yerinde duramayan bir karaktere sahiptir. Caminin çevresindeki hanelerden yeni emekli olmuş, dine diyanete sempati ile bakan, gözüne kestirdiği yedi sekiz kişi ile diyaloga geçer, güven tesis eder arasında. Sayıları iki elin parmaklarını geçmeyen bu iyi kalpli insanlar ‘Allah Allah, bu genç adamda bir şeyler var, biraz yardım edelim bakalım ona, sevaptır hem’ diye düşünür, destek olmaya karar verirler. Elbirliği ile camiyi ibadete açarlar, kırık dökük de olsa cam çerçeve. Yılan çiyan yuvası, mahallelinin çamaşır yıkama, kurban kesme mekânı, adeta çöplüğe dönmüş bahçeye el atarlar sonra. Artık günde beş vakit ezan okunmaktadır, doksan dört sene sonra da olsa Dar’ül-Hadis’in minarelerinden.

Caminin içi çok viranedir; zeminde altmış yetmiş santim toprak mil çamur birikintisi vardır, toz topraktan namaz kılınamamaktadır; yeni imam önde, taze cemaat arkada, on kişi kadar, karar verirler, geceleri bu toprak kazılacak, el arabaları ile karşıdaki boş alana nakledilecektir. O akşam, yatsı sonrası kazma kürek işe koyulur bizim iyi niyetli cemaat. Kan ter içinde biri boşalır diğeri doldurulur arabanın. Derken bir otomobil durur, içinden kravatlı üç kişi iner. İnce uzunca boylusu ‘İmam kim aranızda?’ diye sertçesorar. Gerisini Hâfız Mahmut Eroğlu’ndan dinleyelim: ‘Çok ama çok korktum. Nihayetinde kaçak kazı yapıyoruz. Birkaç gün önce debeni uyarmışlardı; yakalanırsanız Ağır Ceza’da en az yirmi sene ile yargılanırsınız, mahkeme de beş on sene sürer’ diye. ‘Aha yakalandık’ dedim içimden. Mahkeme sahneleri canlanmaya başladı gözümde. Sağıma baktım, soluma baktım, ‘İmam bu’deyip yırtacağım, suçu üstüne atacağım birini aradım; cemaatten bana yardım edenlerin hepsi elli, altmış yaşlarında adamlar. Çaresiz, mahcup bir yüz, kısık bir sesle ‘imam benim’ dedim. Biraz bilgi aldılar, sorguladılar ne yapıp etmeye çalıştığımızı. ‘Hadi kolay gelsin’ deyip gittiler. Ben içimden ‘bu kravatlı adamlar, herhalde şikayet üzerine geldiler, hapı yuttuğumuzun resmidir’ diye düşünür, tir tir titrerken, biraz araştırdık ki bizi sorguya çekenlerin başındaki zat, gerçek bir Edirne sevdalısı, ömrünü bu şehre vakfetmiş, gönül adamı, şair, mali müşavir Mustafa Hatipler’miş. Sevdikleriyle haftanın birkaç akşamı şehri dolaşmaya çıkar, adeta geceleri şehrin manevi nöbetini tutarmış, virane camide ışık görünce de şaşırmış, ‘ne oluyor burada acaba?’ merakıyla gelmiş bize. O gün başladı Mustafa Ağabey ile dostluğumuz. Hemen bir cami yaşatma güzelleştirme derneği kurduk, başımıza da Mustafa Hatipler’i getirdik. Artık daha örgütlü, daha bilinçli, daha güvenli çalışıyorduk.’’

Altı ay, bir yıllık bir sürede ekip çelik bir yürek olmuştur. Zemine inilmiş şap tahta döşeme yaptırılmış halı kilim döşenmiştir. Bahçe de bir güzel temizlenmiş, çerden çöpten arındırılmış, toprağı havalandırılmış, çimlendirilmiş; haziresindeki şehzade ve sultan hanımların türbeleri de ortaya çıkarılmıştır. Kısacası tıp deyimiyle hasta yoğun bakımdan normal odaya alınmış, sağlığına kavuşmak üzeredir. Da, bir sorun vardır. Onun çözümüne de Yunan Başkonsolosu yardım edecektir.

Dar’ül-Hadis Camii İmamı Hâfız Mahmut Eroğlu’nun bir gün bir kalabalık dikkatini çeker, sekiz on kişilik bir grup caminin bahçesinde bir şeyler konuşmaktadırlar. Kulak kesilir konuşulanlara Mahmut; başlarındaki zat, bozuk bir Türkçe ile yanındakilere ‘burasının bir cami değil, bir Rum kilisesi’ olma ihtimalinden söz etmektedir. Zaten caminin minaresi de yoktur, bu da kilise olma ihtimalini güçlendirmektedir, konuşmakta olan Edirne Yunanistan Başkonsolosu’na göre. Mahmut’un yüreğine bir ateş düşecektir, soluğu hemen dernek başkanı Mustafa Hatipler’in yanında alır, durumun nezaket ve vahametini iletir. Bu konuşmaların üzerinden bir ay kadar ya geçer ya geçmez, bir sabah uyandığında herkes, vakfiyesinde yazılı olduğu üzere, 1435 yılında inşa edilen Dar’ül-Hadis Camii’nin artık zarif ve latif bir minaresinin olduğunu göreceklerdir. Balkan Harbi hengamında 1913 yılında Bulgar topçu ateşiyle devrilen minare, geçen seksen beş senenin ardından sanki tıpkısının aynısı, ayağa kalkmış, ayağa kaldırılmıştır, gizli el(ler) tarafından.

Ama hiçbir başarı da bu ülkede cezasız kalmayacaktır; şikayet edilir, Anıtlar Yüksek Kurulu’ndan tahkikler, gelip gitmeler, soruşturmalar. Ekibin başı mimar hanım sorar, ‘siz göreve başladığınızda bu minare var mıydı sayın hocam?’, bizim Mahmut, sağ ayağını yerden keserek cevap verir: ‘Pek farkında değilim ama, minaresiz cami mi olur hanımefendi, herhalde varmıştır!’ Minarenin de cami gibi tarihî olduğuna dair rapor tutulur da, zor bela cezasız atlatılır bu soruşturma da.

Hâfız Mahmut Eroğlu’nun tayini üzerinden on sekiz yıl geçmiştir. Neler mi olmuştur bu on sekiz yılda? Bir kere Dar’ül-Hadis Camii, Edirne’ye ziyarete gelenler tarafından, dünya şaheseri Selimiye’den sonra en çok ziyaret edilen, en popüler ikinci cami unvanını alır. Zira bahçesi, manevî havası, caminin içi ve dışı, bin bin hatim geleneğinin canlandırılıp binlerce kişinin katılımıyla her yıl yeniden icra edilmesi, engelsiz cami vasfı, bahçesinde otuz ramazan akşamında fakir kimsesiz ve yolda kalmışlara iftar verilmesi, altı yüz elli iki senedir yapılmasına rağmen, neredeyse hiçbir Edirneli pehlivanın katılmadığı acı gerçeği karşısında gençlerden on kadar pehlivan yetiştirip her yıl Kırkpınar’a törenle uğurlanması, Minare gölgesinde nikâhlar kıyılması, ziyaretçilere ücretsiz olarak günde yirmi saat çay ve kahve ikramı… caminin, ve tabii ki bahçesinin her türlü edebî, düşünsel, sanatsal kültürel etkinliğe mekân olması. Daha onlarca özellik sayılabilir. Türkiye’de web sitesi bulunan ender cami olduğundan, hemen her bir ziyaretin selfie / özçekim olarak bir dakika sonra web sitesinden dünyaya yayıldığından, istendiği – bağlantı yapıldığı takdirde üç yüz altmış beş gün camiden bütün dünyaya online / canlı mukabele yayını, paylaşımı yapıldığından söz etmedim daha!

Dar’ül-Hadis Camii, gören herkesin de şahadet edeceği gibi, bir yeryüzü cennetidir; bir huzur yurdudur; bir cennet köşesidir. Onun bahçesinde herkes bir’dir, bir’ledir, bir’cedir. Orada sınıf, makam, rütbe bulunmamaktadır. Orada sevgiden saygıdan gönülden başka geçer akçe yoktur. Orada gül alınıp gül satılmaktadır.

Bu nedenle ünlü şair-düşünür Hilmi Yavuz, o nedenle ünlü televizyoncu/haberci Coşkun Aral, televizyon programcısı/ sinema oyuncusu Şoray Uzun, Seksenler’inPastacı Sami Ağbi’siBerat Yenilmez, hikâyeciler Hüseyin Su, Güray Süngü, Işık Yanar, Bahtiyar Aslan ve onlarcası, şair Hüseyin Akın, Ercan Yılmaz, Serkan Türk’e ve onlarcasına…  yazarlarD.Mehmet Doğan, Ahmet Turan Alkan, Cihat Zafer’e ve onlarcasına.  Yönetmenler Derviş Zaim,  Zafer Karatay’dan Aybars Bora Kahyaoğlu’na, fotoğraf sanatçısı İbrahim Zaman, Servet Sezgin, Nevzat Yıldırım’dan çizer Osman Suroğlu’na. Yüzlerce sanatçının ilk uğrak yeridir Edirne’de, Dar’ül-Hadis Camii.

Mahmut Eroğlu’nun öncülüğünde bu güzellikler, on yedi ödül kazandırmıştırDar’ül-Hadis’e; ve tabii derneğe, ve tabii cemaate, ve tabii Mahmut’a. En anlamlısı da ‘Türkiye’nin en çevreci camii’ ödülü olmalı.

Peki kim bu Mahmut Eroğlu? Niğde Ulukışla Alihoca Köyü nüfusuna kayıtlı, 1972’de İstanbul Bayrampaşa’da Mehmet Ali’den olma Emine’den doğma bir garip adem. On beşinde Yeşilcami Kur’an Kursu’nda hâfızlığınıikmâl ediyor, on dokuzunda diğer İslâmî bilimleri. Bu arada dışarıdan orta ve liseyi bitiyor. İlahiyat Fakültesi ön lisansını da tamamlıyor. Dört sene, yetiştiği kurumda görev yapıyor, iki sene kadar da Topkapı Sarayı’nda huzur hafızlığı. Ne mi demek huzur hafızlığı; hani Yavuz Sultan Selim’in mukaddes emanetleri ve halifeliği Mısır’dan alıp geldiği 1517 senesinden beri Topkapı Sarayı’nda muhafaza edilir de, yanlarında üç yüz altmış beş gün yirmi dört saat kesintisiz bir hâfız Kur’an-ı Kerim okur denir ya; o görevi üstlenen yirmi bir hâfızdan birisidir bizim Mahmut, iki yıl süreyle. 1996’da Safranbolu güzeli Sibel Hoca ile evlenir. Bu evlilikten hâlen İslâmî İlimler okuyan Hâfız Mehmet Emin (1997) ve lise üçüncüsü sınıf öğrencisi, iç mimarlık okumak isteyen Rabia (1999) doğarlar.  Çok güzel, örnek, moda tabirle butik bir ailedir Eroğlu Ailesi.

1997’den sonraki Edirne Günleri’ni anlattık zaten Mahmut Eroğlu’nun.

Dört özelliğini eksik bıraktık ama: Birincisi, ülke genelinde en az  on beş il elli merkezde ‘örnek cami’ projesini/uygulamalarını meslektaşlarıyla paylaşmasını. İkincisi – 1992’de geçirdiği trafik kazası sonucu- sol elinden % 52 engelli olması, Engelliler Federasyonu’ndaki aktif görevleri, dileyen engellileri -masrafını çekecek hayırseverler bularak- sık sık umreye götürmesi. Üçüncüsü de Diyanet-Sen Edirne İl Başkanı olarak yaptığı, ülke geneline örnek olabilecek etkinlikleri organizasyonları. Ki bu minval üzre, Edirneli İmamlar ile Yunanistan Papazları arasındaki dostluk futbol müsabakasıdüzenlemişliği bile vardır… Dördüncüsü de Balkanları fetheden Edirne’de, Rumeli’den gelen hemen her gönül dostunun, hemen her gencin ilk uğrak yeri yapmasıdır Dar’ül-Hadis’i. Burgazlı Hasan Ahmet, Latif Mustafa da ilk ona koşar geldiğinde, Şumnulu Özlem Tefikova, Sibel Cenap da. Kırcaalili Müzekki Ahmet de ona uğramasa yapamaz, Üsküplü Süleyman Halit, Mehmed Arif de. Gümülcineli Koray Hasan’ın da huzur mekânıdır orası Alperen Hacıibrahim’in de.Prizrenli Taner Güçlütürk de sever orayı Canan Özer de. Köstenceli Rukiye Amed’in de GagauzYerili Alla Büük’ün de özyurdudurDar’ül-Hadis. Ve bunlar hep Mahmut Eroğlu’nun sebebinden, ilgisinden, coşkusundandır en başta. Ve yardımcıları Mehmet Erkol, Hasan Pehlivan, Şeref Niş, Mahmut Açış, Aşkın Naya, Hasan Sezai Karakuş, Ve Kemal Kılıç’ın pek bilinmeyen, pek görünmeyen, pek fark edilmeyen daimi el tutuşu. Mustafa Hatipler ve bazı şehir eşrafının candan gönülden maldan katkıları.

Unutmadan: Sultan II.MuradHan Vakfı’nı da kurdurdu Mahmut; yakında külliyeye de başlanıyor, birkaç sene sonra daha da başka, daha da güzel, daha da büyük görürseniz şaşırmayınızDar’ül-Hadis’imizi.

Hâfız Mahmut Eroğlu, yaptıkları, dostları ve dostluklarıyla Edirne’nin, Edirnelilerin ve Diyanet camiasının yüz akı, yaşayan şeref madalyasıdır adeta.

Gözü de gönlü de kapısı da herkese her kesime her inanç sahibine yirmi dört saat açıktır.

Gülmeyi de güldürmeyi de, sevmeyi de sevdirmeyi de, yemeyi de yedirmeyi içirmeyi de iyi bilir.

O örnek hâfız, örnek imam, örnek insandır.

Viraneleri cennet bahçelerine dönüştüren kahramandır, ekibi, dostlarıyla birlikte.

Hesabî, hesap - çıkar adamı değil, hasbî, yani veren ikram eden güleryüzlü adamdır.

Mahmut benim elli beş yıllık ömrümdeki en özel, en güzel, en unutulmaz kahramanlarımdandır.

Bakmayın bir elli beşlik boyuna; bir o kadar da yerin altındadırboyu, görünmez.

Yaptıkları, yaşadıkları, yaşattıkları da bunun delilidir.

Edirne’nin atom karıncası.

Mahmut Eroğlu; küçük dev adam.