Avrupa’nın görülmesi gereken, tarihi yapılaşmasını korumuş, turistik geziler açısından cazibe merkezi haline gelmiş ülke ve şehirleri, binlerce turist çekiyor günümüzde...
Gezimizin ilk durağı Kosova ve Arnavutluk’tan sonra ikinci etapta Almanya, Çekoslovakya, Avusturya ve Macaristan vardı...
Birer ikişer günlük konaklamalarda gezdiğimiz ülkelerde, gurbetçi dostumuz Ekrem Koç ile Viyana’daki Acar kardeşler, seyahatimizi daha anlamlı hale getirir bilgilerle bize eşlik ettiler...
Her gittiğimiz yerde sıkıntı çekmeden rahatça dolaştık…


Berlin’den yola koyulup Dresden’e vardığımızda imparatorluğun tarihini ince uzun duvara boyalı porselenlerle nakış nakış işleyen bir ressamın elinden çıktığı belli olan koca bir tarih karşıladı bizi…
Belgesel kanallarında izlediğimiz o muhteşem tablonun önü, her ülkeden gelen yüzlerce turistle doluydu..
Avrupa’da hemen hemen her şehrin içinden bir nehir geçiyor...
Bu yönüyle Elbe ve Tuna nehirleri, ülkeler ve şehirlere adeta hayat veriyor...
Köprülerle bezenmiş şehirlerden biri olan “Elbe’nin Floransası” denilen Dresden’i gezip Çekoslovakya’ya doğru yol alırken dikkatimizi çeken bir konu oldu…
O muhteşem tarihi binalar, her ülkede sanki özel bir şekilde siyaha boyanmıştı…
Meğer kullanılan ve orijinalliği bozulmayan kesme beyaz taşların özelliği, kendiliğinden kararması imiş…


PRAG SOĞUK YÜZLÜ ŞEHİR…
Gruplar halinde ziyaret edilen şehirler arasında Prag’ın farklı bir özelliği var...
Tuna üzerine kurulan ve her on metrede bir dini ve siyasi mesajlar içeren heykeller ve tarihi dekorla donatılmış Karl Köprüsü, turistlerin vazgeçemediği ziyaret yerlerinin başında geliyor…
Prag’a hiçbir Osmanlı askeri gitmemişken, o ünlü köprünün son heykelinde palası ve iri palabıyığıyla bir Osmanlı paşasının yer aldığı heykel, bir korkunun gündeme taşınmasından ibaretmiş...
Prag’da şehir merkezinde 15. Yüzyıldan kalma astronomik saat kulesi var...
Halk, saat başlarında küçük kapıcıklardan çıkacak keşişleri görmek için bekleyip duruyor...
Meydanda elinden çemberiyle ateş dansı yapan sihirbazlar ilgi çekiyor...
Merkez dışında canlılık yok…


Caddeler ıssız…
Prag sonrası yolumuz ve rotamızda Avusturya var…
VİYANA BİR RÜYA ŞEHİR
Dünyanın en ünlü kiliselerinden birine ev sahipliği yapan Viyana Stephan Meydanı’nda, ilginç insan manzaralarına rastlamak mümkün…
Dışı farklı, içi ise daha başka bir dünyayı çağrıştırıyor o görkemli kilise…
İri kıyım atların çektiği süslü faytonlar trafiğe kapalı meydanın en renkli taşıyıcısı…
Asya’dan, Amerika’dan ve Avrupa’nın birçok ülkesinden gelen bir insan mozaiği var meydanda…
Bizi Viyana’da Sapancalı Acar kardeşlerin dinamosu, Rahmi ve Şadiye Acar’ın oğulları karşıladı…
Navigasyon denilen aletin yol göstericiliğinde, bahçesinde çeşit çeşit meyve ağaçlarının, havuzun ve bakıcı konutunun olduğu bir yeşil dünyada buluyoruz kendimizi, bir akşam alacasında…
Viyana’nın her caddesi ayrı bir tarihi çağrıştırıyor…


Düzgün ve planlı caddelerde tarihi yapılar yeşille kucaklaşıp, büyülü bir ortam oluşturmuş adeta…
Meydanları, düzenli trafiği ve görülmeye değer renkli ve tarihi yerleriyle Viyana, insanı adeta büyülüyor; o nedenle “Avrupa’nın incisi” deniliyor...
Serkan Acar, Viyana’yı gezdirme görevini ertesi gün kardeşi Volkan Acar’a bıraktı...
Tuna Nehri üzerinde yüzen dev yolcu tekneleri, vızır vızır işlerken, manzarayı Osmanlı askerlerinin geldiği ve bu güzel şehri kuşatmasına rağmen alamadan geri döndüğü tepeden izlemek, insanda farklı duyguların oluşmasına yol açıyor...
Avusturya krallarının kronolojik olarak sıralandığı meydanda, yine Osmanlı’nın izlerine rastlamak mümkün…


Ekibimizi iki gün boyunca Viyana’nın görülmesi gereken her yerine götüren Acar kardeşlerle son durağımız, meşhur kraliyet sarayı oldu...
Avusturya imparatoriçesinin hüzünlü bir öyküsü var…
Buram buram tarih fışkıran bölümlerde dolaşırken, kulaklığımıza gelen Türkçe açıklamalar, Kraliçe Elisabeth’in  (Sisi) ilginç ve muhteşem öyküsünü dile getiriyordu...
Son derece geniş bir alan üzerine kurulu sarayın içi kadar, dışı da enteresan geldi bizlere…


Bir büyük faytonla dolaştığımız sarayın bahçesinde, heykeller, kuşlar arasında insan kendini farklı bir dünyada hissediyor adeta…
BUDAPEŞTE
Viyana’dan ayrılıp Budapeşte’ye hareket edince, geride Avusturya, Macaristan imparatorluğundan kalma kocaman bir tarih bırakıyoruz…
Macarlar ve Budapeşte, Tuna ile yatıp Tuna ile kalkıyor, dün olduğu gibi bugün de… Her tepesi özellikle ışıl ışıl yanan tarihi binalarıyla görkemli bir manzara var Tuna’nın etrafında…
Buda ve Peşte adlı iki bölüm halinde Tuna Nehri’nin iki kenarına kurulmuş bu renkli şehir, Avrupa’da gezip gördüğümüz son şehir olarak bizde unutulmaz izler bıraktı...
Sokakta içip sızmış biri ile konuştum, uyandırıp…
Başladık konuşmaya…
Adam “Hangi aksanda, yani Amerikan ya da İngiliz lehçesiyle mi konuşalım” deyince, hayret ettim...
Uzun süre İngiltere ve Amerika’da yaşamış…
GÜL BABA TEKKESİ
Türk olduğumuzu söyleyince, “Gül Baba Tekkesi’ni ziyaret edin” deyişi, seyahatimizin en dokunaklı ve unutulmaz anını oluşturdu…
Gül Baba’nın tarihini okuduk…
Hatıra defterini doldurup dualar ettik...
Hükümet düzenlemiş, onarmış… Macar halkı bu yönüyle bizi seviyor...
Budapeşte’yi dolaşıyoruz, gecenin ilerleyen saatinde…
Nehrin üzerine kurulmuş Obudai Adası’nda (Sziget) yürüyüşe çıkıyoruz...
Kıyısında ışıl ışıl yanan parlamento binası önünde o muhteşem tarihi eseri seyrediyoruz...
Macar halkı son derece mütevazi yaşam tarzı ile dikkati çekiyor...


Şehre hakim, Tuna Nehri’ne kuş bakışı bir tepeden etrafı izliyoruz...
Budapeşte’de görkemli kraliyet sarayı ile nehrin kıyısına oturtulmuş Parlamento sarayını görünce, Ankara Beştepe’ye yapılan düpe düz bir binaya dil uzatanları kınamamak mümkün mü!
Bir haftalık Avrupa turumuzda bize eşlik eden Berlinli gurbetçi Ekrem Koç ile Viyana’nın tüm özellik ve güzellikleriyle buluşturan, örnek misafirperverlikleriyle gönlümüzde farklı bir yer edinen Serkan ve Volkan Acar kardeşlere, dönüp geldiğimiz ülkemizden kucak dolusu selamlar deyip boşaltalım istedik, Pazar Filemizi sizler için bir kez daha…