"Yıkılan Sakarya Atatürk Stadyumu' na İthafen..."

    Her şey, meşin bir  topun kale çizgisini aheste bir şekilde geçmesiyle başladı. Derken, beklenmedik bir 'Gooolll!!!' sesi duyuldu küçücük dünyamızda.              

   Yeşil kadar masum, siyah kadar asil rüyalar süsledi uykularımızı. Adı "Sakaryaspor" olan parlak bir yıldız doğdu alacakaranlık gecelerimize.

   Çocuk yüreğimize sığmayıp, dışarıya taşan o kutlu armanın sevgisini büyüttük yaralı avuçlarımızda.

    Artık, sporun sınırlarını aşmış; farklı anlamlar kazanmıştı bu fiyakalı sevda.

    Üstü açık tribünlerde güneşten kavrulan narin tenimiz, bazen yağmur altında sırılsıklam olurken; bazen de yağan karla bembeyaza boyanırdı adeta...

     Kışın gelmesiyle soğuk iliklerimize kadar işler, son çare olarak tribünde ateş yakarak ısıtırdık buz kesmiş ellerimizi.

      Donmuş betona zoraki oturur; bir parça gazete kağıdı bulmak için otuz takla atardık binbir umutla. Yarısı parçalanmış gazete sayfalarını dört parçaya ayırır; minder niyetine pay ederdik kendi aramızda. Bırakın olmayan koltuğu, yere serilen gazete kağıdına bile basmazdık kirlenmesin diye...

        Ne yağmurun ıslaklığı, ne karın soğuğu ne de güneşin kordan ateşi yıldıramazdı bizleri. Yağmur altında şeffaf ince naylon, güneşin alnında ise sigara kartonundan yapılma şapkaydı en büyük buluşumuz.

    Stadyumda günü geçmiş mecmuaları, en konforlu minder niyetine satan beyaz saçlı amcalarımız vardı bizim. O amcaları, maç günleri dışında, bazen Saray bazense  Yıldız Sineması' nda da görürdük.  "Yahu! Bu amcalar ne kadar da çok gazete okuyor. " diye düşünür, saflığımızı da ayan beyan koyardık ortaya...

    Cebimizde bilet alacak kadar paramız olmasa da ilk defa maç günü tanıdığımız  abilerimiz, babalarımız, amcalarımız vardı bizim. Onlara sığınır, usulca sokulurduk yamaçlarına. Büyük adamların gözlerine yetimvari bir bakış atar; sonra da hafif çekingen bir edayla " Amca beni de içeri sokabilir misin? Önünüze geçebilir miyim? " diye yalvarır, maça girebilmek için tüm şansımızı zorlardık sonuna kadar...

   En büyük lüksümüz, yirmibeş kuruşa "Eğlencelikler burada eğlencelikler!..." diyerek stadyumu inleten çekirdekçiden, bir çay bardağı çekirdek almaktı.

  Bazı maçlarda öfkeden sıksak da  yumruklarımızı, sahaya hiç su atmazdık biz. Çünkü, su pet şişeye hapsolunmayacak kadar özgür, israf edilemeyecek kadar kutsal, şiirlere konu olacak kadar da  değerliydi bizim neslimiz için...

   Susuzluktan kurusa da dilimiz damağımız, devre arasına kadar sabırla bekler, hakemin ilk yarıyı bitiren düdüğü ile birlikte, çölde yeni keşfedilmiş vahaya kavuşma misali, stadın çeşmesine koşardık hemencecik.

  Samanlı kağıda siyah mürekkeple basılmış, ortası tırtıklı biletlerin seyircide kalan nüshalarını bir çırpıda toplar; komfeti yapardık kendimizce...

  Bizim dönemimizde skorbordun içinde adamlar olurdu,  rakamları değiştiren, yalnızca kafalarını görebildiğimiz koca koca adamlar. Çocuk aklımızla dünyanın en şanslı adamları bilirdik onları. Çünkü, onlar bilet kuyruğuna girmez, Sakaryaspor' un tüm maçlarını para vermeden  izleyebilme şansına sahip kişilerdi.

    Elektrikler hiç kesilmez,  skorbordumuz her daim çalışır, maçlar hep gündüz oynanırdı. Ne aydınlatma sistemi vardı stadyumumuzda ne de ışıklı tabelalar...

    Tek topla oynanırdı maçlar, dışarıya kaçan top , asker yolunu bekleyen anneler gibi beklenir, meşin yuvarlak tekrar dönünce  sahaya bir alkış tufanı kopardı adeta...

  Forma numaraları 1' den 11' e kadar sıralanır, her mevkinin kendine ait özel sırt numarası olurdu o zamanlar.

     Topçunun şortu kısa, saçları uzun, bıyıkları da kaytan olmalıydı hani.

     Hakem heyeti üç kişiden oluşur, siyahlar içinde, asık bir yüz ifadesiyle  çıkarlardı sahaya.

    Takımlar müsabakalarda  en fazla iki oyuncu değiştirebilir,  kaleciler de kendilerine atılan geri paslarını elle tutabilirlerdi hiç çekinmeden.

     Güvenliğin özeli resmisi olmaz, stadyumlarda asayişi, devletin  polisi ya da askeri  sağlardı her daim.

   Tarafımızca, biber sadece yemeklere lezzet katan bir baharat olarak bilinir, teknoloji daha  biber gazını icat etmediği için, toplumsal olaylara müdahale  denilince polisin ahşap jopunun yakan acısı gelirdi akıllarımıza.

     Formalara isim yazılmaz, soy isimsiz doğardı tüm futbolcular. Sahadaki herkesin bir lakabı olurdu; kimine deve derlerdi kimine Arap, kimine küçük derlerdi kimine pıçır...

    Biletler maç günü gişelerden satılır, ellerde pilli radyolar, beş saat önceden girilirdi stadyumlara.

   Maçlar genellikle TRT radyodan dönüşümlü olarak yayınlanır,  " Mikrofonlarımız şimdi Sakarya Atatürk Stadyumu' nda..." denilince tüm şehri bir heyecan sarardı en derininden...

    Galibiyetlere üç değil iki puan verilirdi. Futbol topları, siyah beyaz iki renk, parçalı  petek modelinde  olur, tüm takımlar sahaya depar atarak çıkardı körüklü  tünellerden.

    Sahaya bazen bozuk para bazen çakmak bazen de ayakkabı atar; eğer hakeme çok kızmışsak onun cinsel tercihini ifşa edecek şeyler söylerdik tek bir ağızdan. Tam olarak bilmesek de nedenini,  bize göre tüm hakemler, tuhaf bir şekilde, eşcinseldi zaten.

     Anneye küfür edilmez, babaların adı anılmaz, eşlere hakaret edilmezdi.

    Büyüklerin yanında bırakın birbiriyle kavga etmeyi hakaret bile etmekten çekinirdik biz. Ağzımızdan yanlışlıkla abartılı bir söz çıkınca, yanımızda oturan amcanın keskin bir bakışı ile  tribün betonuna harç olur utancımızdan  eriyip yok olurduk  adeta...

   Bizim zamanımızda yeni açık yoktu ki, eski açık olsun. Kale arkasında tek tribünümüz vardı.    

   Çarli, Tahsin, Ersin maç öncesi sahaya çıkar, bu amigoları herkes tanır, onlar da kutsal bir görev yapıyormuşcasına coştururlardı tüm kalabalığı.

    Tribünde kadın görmek de mümkün değildi. O dönemin anlayışına göre, bir Cuma namazına, bir de futbol maçına gelmezlerdi kadınlar.

   Aç kediler misali, iki kilometre öteden alırdık tükürük köftesinin o iştah kabartan kokusunu.

   Kimse dışarıda alkol almaz, herkes maça en şık elbisesiyle gelir, nezaket akardı heyecanlı simalardan.

    Büyüklerin tek nefeste dışarıya üflediği dumanın kokusundan hangi marka sigara içtiklerini anlar, imrenerek bakardık onlara. Sigara paketine el oğlu muamelesi yapsak da erkek adam olmanın en büyük göstergesinin tütün içmek olduğunu da iyi bilirdik hani...

   Ezan sesini duyunca hemencecik susar, usulca ezanın bitmesini beklerdik. Karton kağıt üzerine serili ekoseli ceketlerin üzerinde namaz kılan kasketli dedelere imrenir, bilet kuyruğunu aratmayan namaz kalabalığına hayran hayran bakardık öylece... Bir de bakmışsın ki, bu dedelerin ruhaniyetiyle, Süleymaniye heybetinde bir camiye dönüşüverirdi stadyumun en kuytu köşeleri.

   'Store' kelimesi daha girmemişti lugatımıza, bırakın orijinal olup olmamasını, bir yırtık formamız bile yoktu bizim. Atkılarımız ve berelerimiz yeşil siyah yün ipliklerle annelerimiz tarafından örülürdü ustalıkla.

    Gün geldi kupalar kazandık, gün geldi kupalar kaybettik. Bazen yendik, bazen yenildik. Kimi zamansa berabere kaldık rakiplerimizle. Ama sonuç ne olursa olsun biz hep galip, hep mesut, hep coşkuluyduk. Çünkü bizler, Sakaryaspor sevdası ile büyüyen iyi kalpli, temiz ruhlu, masum Anadolu'nun saf çocuklarıydık...