Yenisey Irmağı boyunca uzanan, bozkır bağlamış yaralarını, Kırgız toprağının keskin nefesine bir tuz gibi basan; yorgun İpek Yolu gecelerini hikayeleri ile aydınlatan bir isimdir Cengiz Aytmatov.

O, bir kelime sarrafı; aynı zamanda hüzün kaşifidir.

Hissiyatı, bir nakkaş edasıyla işler sayfalarına.

Hüznü de sevinci de, kılcal damarda atan soluk bir nabız gibi hissettirir size.

Bazen, küçük bir çocuğun aile özlemine ortak eder sizi , kimi zaman utangaç aşıkların ağdalı nidalarına.

Hayata dair yaşanmışlıkları, roman şeklinde sunar okurlarına.

Cengiz Aytmatov, Orta Asya bozkırının edebiyat duruşlu, sert simalı, sinesi dertli çocuğu.

Turan diyarının unutulmaz kalemi…

****

Zaman, 1928 yılında arz-ı endam ederken; saçları çift örgülü, ablak suratlı bir Tatar kadının çığlığı yankılandı Tanrı Dağları’ nda.

Bir çocuk doğdu. Kundağı kadife sözcüklerle işlenmiş, gözleri Kırgız çekiği, al yanaklı bir çocuk…

Atası ona Cengiz adını koydu. O da, tıpkı isim atası Cengiz Han gibi büyük sıkıntılar içinde büyüdü. Bozkırın kanunları sertti, acımasızdı. Bozkır, insanı şefkatin kucağında değil; yokluğun ve ızdırabın ocağında büyütüyordu. Cengiz Aytmatov da, bozkır ocağında tüten ateşin yakıcı isi ile büyümüştü.

Babası Törekul Aytmatov, hiçliğe kayıt edilmiş, tutsak edildikten sonra kurşunlara sıra sıra dizilmiş bir adamdı. Stalin Rusyası’ nda yok edilmiş bir hayatın, isimsiz kahramanıydı.

Baba özlemi hayatta tanıştığı ilk acıydı. Daha 10 yaşındaydı atasız kaldığında. Yüreğinin zarına bir sülük gibi yapışacak bu hasret, edebi kişiliğinin oluşumunda belirleyici bir rol oynayacaktı.

****

Postacıları ayak izlerinden tanır, her gelen mektupta babasının kül kokusunu arardı küçük Aytmatov.

Elbet, bir gün babası  beyaz gemilere binip gelecekti, biliyordu. Hep o ümit ile yaşadı. İçine çektiği her nefesi babasına adadı. Nereye baksa, kürk paltosunun altında gizlediği  kamburlaşmış sırtıyla, tüm sıkıntıları üzerinde taşıyan babasını görüyordu adeta. Baba özlemi, bitmek bilmez bir lanet sancısı gibi sarıyordu düşlerini.

Tek kişilik yataklarda, yalnızlığın koynunda bekledi babasını. Gözünde, hasret çıbanın kahreden sızısı, kendisini her an hatırlatırken; gün olur asra bedel dercesine her gün katıksız bir özlem çekiyordu.

Bu özlem sayesinde, ateşte açan kehribar gibi rengini buluyor; kavruldukça güzelleşiyor, edebiyatçı karakteri olgunlaşıyordu.

Artık ne yazarsa yazsın, ne okursa okusun, alfabeler özlemlerini resmeden bir araçtı onun için…

****

Erkeksiz bir ailenin, güçlü lakin bir o kadar da yorgun kadını Hamza kızı, Kazan’ dan bindiği  kömür treninin kulak yırtan çığlığına aldırış etmeksizin, dört çocuğu ile birlikte bozkır kadar sert kaderini yaşıyordu.

Açlık, sefalet ve ersizlik…

Bir de acımasız iklim şartları…

Kadınsı çizgiler, çoktan uçup gitmişti Hamza kızının yüzünden…

Cengiz, dişiliğini kaybetmiş yorgun annesinin yüzüne bakınca, ailesinin hüzünlü hikayesini görüyordu buz kesiği gecelerde.

Bu kadar dert içinde, Cengiz’ in tek eğlencesi, bilge bir Orta Asya kadını olan babaannesi Ayıkman Hanım’ ın okuduğu Manas destanını zevkle dinlemekti. Bu destan ile hayal dünyasına dalıyor, tutsak babasıyla özlem gideriyordu. Kelimelerin efsunlu dünyası ile Ayıkman Hanım vasıtasıyla tanışmıştı Cengiz. Babaannesi,  onu kelimelerin sonsuzluk uçurumuna atmış; sihirli bir dünyanın kapılarını açmıştı.

****

Aytmatov, tüm Kırgız gençleri gibi, 2. Dünya Savaşının zorlu tedrisatından geçmiş, barut ve kan kokusu ile büyümüştü.

Genç yaşında olgun bir başak gibi basıyordu toprağa.

Yüreği yaralı, zihni ise bir o kadar mahsullüydü...

Daha on dördünde çalışmaya başlamış; nafakasını aklının sermayesi ile kazanmaya başlamıştı.

Yaşadığı köyün sekreterliğinde, bir komünist büro şefi edasıyla, tarımsal faaliyetler ile köylülerden alınan vergileri kayıt altına alıyor; bir taraftan da başrolünde kendi olduğu bir romanı hayata geçiriyordu.

Yıllar geçiyor, Aytmatov’ a yaşadığı köyün sınırları iki adımlık bir mesafe kadar dar geliyordu.

Büyümüş, ufku genişlemiş, kişiliği oturmuştu.

Dolu  zihni, önündeki engellere meydan okuyordu.

Aytmatov, yaşadığı köy olan Şeker’ e sığmıyordu artık…

Adı gibi, şeker muhteviyatından yaratılmış insanların  yaşadığı  Şeker Köyü’ nden Kazakistan’a gidiyor, şekerlikten düşen bir karınca tanesi gibi kayboluyordu kalabalıkların ayak izinde…

Önce, Cambul Veterinerlik Teknik Okulu' nda eğitim almaya başladı. Kader onu nebatat ve hayvanata esir etmişti adeta.  Veterinerlik Fakültesinde aldığı bu eğitim sayesinde, tabiatla bağı daha da sağlamlaşmıştı .

Daha sonra Bişkek' e giderek, Frunze Tarım Enstitüsü' nde eğitimine devam etti Aytmatov.

Ardından Maksim Gorki Edebiyat Enstitüsü' ne geçen Aytmatov, yazı yazmaya da bu dönemde başladı.  

“Pravda” isimli gazetede yazan Cengiz, birçok acemi yazar gibi,  üçüncü kalite kağıtlara soluk mürekkep ile basılmış köşe yazılarında buldu kendini.

Gazete köşe yazarlığı onu tatmin etmemiş, her karakteri hayatın içinden seçilmiş romanlar ve hikayeler yazmaya başlamıştı.

Öyle ki, bu romanlar ülke genelinde tanınmasını sağlamıştı.

1954 yılında, SSCB yazarlar birliğine katıldı. Yazarlar birliğine katılması onun için büyük bir başarıydı.

15 yıl boyunca Avrupa kıtasını boydan boya gezmiş, Kırgız elçisi olarak görev yapmıştı.

Gittiği her yerden abasına bir şeyler atıyor, ufkunu yeni insan hikayeleri ile dolduruyordu.

Dahili nezaretindeki başarısı, dönemin Rus lideri Gorbaçov’ un nazarı dikkatini çekmişti.

Bir müddet Gorbaçov’ a danışmanlık yapan Cengiz, yazacağı romanların taslaklarını kafasında oluşturuyor,  adeta başka alemlere akıyordu.

 O, edebiyat aşkı ile yanıp tutuşuyor, kendisini yazdığı eserler ile ifade edebiliyordu.

Kırgızca ana diliydi.  Kırgızca’ nın tüm inceliklerini, gramer kurallarını iyice öğrenmişti. Lakin bir derdi bir hayali vardı Cengiz’ in. O, tüm dünya insanlarının düşlerini süsleyen, göz yaşı rapsodisi ile ıslatılan aşk romanları yazmak istiyordu.

Bu sebeple eserlerini Rusça kaleme aldı. Türk/Kırgız gibi düşünüp, Rus gibi yazdı.

Bu iki farklı kültür, bu iki farklı lisan ortaya dünya çapında şaheserler çıkardı…

“Dağlar Devrildiğinde – Darağacı - Gün Olur Asra Bedel - Beyaz Gemi - Selvi Boylum Al Yazmalım – Elveda - Dağlar ve Steplerden Masallar - İlk Öğretmenim vd...”

Ve tabii ki, aşkın kelime hali “Cemile”…

Tam anlamıyla bir baş yapıt, eşsiz aşk romanı, sevda senfonisi…

Cemile, bozkırda açan bir nar çiçeği gibi kavurucu bir aşkın el değmemiş hikayesini anlatır size.

Siz, Cemile’ nin gözünden bakarsınız ufuksuz bozkıra.

“ Bir Cemile yalnızlığı çökünce kalbine,

   Dilek falı seç tablalardan.

   Orada göreceksin gerçeği.

   Bozkır aşkıdır sana hitap ettiğim şiirler.

   Bir Aytmatov romanı sıcaklığında,

   Sunacağım sana içimdekileri.

   Bir çift söz bir çift kalem,

   Gök kubbenin altında benden arda kalan yarınlarına”

 

Ünlü Fransız yazar Aragon, Aytmatov’ un “Cemile” isimli romanı için şu ifadeleri kullanacaktı: ‘‘Bu kitap, bence dünyanın en güzel aşk hikâyesidir.”

Cemile’ de dahil olmak üzere, Atymatov eserlerinin ortak noktası, sıradan insanların anlatmasıydı.

Romanlarıyla sizi kendi hayal dünyasının girdabına çeker, kendi dertlerine ortak ederdi Aytmatov. Çoğu zaman, süzülen bir damla göz yaşı romanın son sözü olur, dertli bir of ! çektirirdi sinilere…

Canlıydı her şey , nefes alıyordu kelimeler, cümleler  yıllanmış ve yorgundu hayata karşı.

Hüzün, eserlerinin kenar süsüydü.

****

Türk Edebiyat Tarihi’ nin bu koca çınarı, 2008 yılında aramızdan ayrılsa da, yazdığı duygu dolu romanlarla hala bizlere bir şey söylemekte, gözlerimizi usul usul yaşartmaktadır.

Ruhun Şad Olsun Kırgız Beyi Aytmatov…