Seksen iki milyona sorsak, ’Çanakkale denince aklınıza ne geliyor?’ diye. Büyük ekseriyet şöyle diyecektir, biliyoruz: Zafer. Elhak öyledir.

Sonra? Merhum Mehmet Âkif’in Çanakkale Şehitlerine şiiri elbette: Aslında Âkif Çanakkale’ye hiç gitmemiştir. Savaş sırasında başka görevlerdedir. İttihat Terakki onu isyan-ayrılık istihbaratı gelen Arap şeyhlerini vazgeçirmek, Osmanlıya bağlılıklarını diri tutma yönünde ikna etsin diye Arabistan’a görevlendirmiştir. Teşkilat-ı Mahsusa (sonraları Milli İstihbarat Teşkilatı’na dönüşecektir) lideri Kuşçubaşı Eşref Bey ile birlikte zafer haberini Medine’de görev sırasında alan Âkif, saatlerce ağlayacak ve kıyamete kadar Türkçenin en güzel eserlerinden biri olan o malum şiirini yazacak, İslâm’ın izzetini, Türk’ün şerefini, insanlığın merhametini tek dişi kalmış canavar dediği Batı Medeniyetinin suratına bir Osmanlı tokadı gibi indirecektir:  

Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer; 
O ne müdhiş tipidir: Savrulur enkaaz-ı beşer...
Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el, ayak,
Boşanır sırtlara, vâdîlere, sağnak sağnak.

Sen ki, İslâm'ı kuşatmış, boğuyorken hüsran,
O demir çenberi göğsünde kırıp parçaladın; 
Sen ki, rûhunla beraber gezer ecrâmı adın; 

Ey şehîd oğlu şehîd, isteme benden makber,
Sana âgûşunu açmış duruyor Peygamber.

Yahya Kemal merhum ‘bizim romanlarımız türkülerimizdir’ der. Katılmamak mümkün mü üstada: Muzaffer Sarısözen’in derlediği bir Kastamonu türküsü (ağıtı mı desek) her şeyi apaçık aşikare terütaze anlatmıyor mu zaten:                                                                                                                                         Çanakkale içinde Aynalı Çarşı / Ana ben gidiyom düşmana garşı                                                                 Çanakkale içinde bir uzun selvi / Kimimiz nişanlı kimimiz evli                                                                                 Çanakkale içinde bir dolu testi / Analar babalar umudu kesti                                                                                  Çanakkale üstünü duman bürüdü / On üçüncü fırka harbe yürüdü                                                                     Çanakkale içinde vurdular beni / Ölmeden mezara koydular beni.

Tastamam budur Çanakkale. Böyledir. Acı hüzün onur iç içedir.

Peki benim için nedir Çanakkale: Gerçeği söyleyeyim mi?

Daha üç ay on altı günlükken babası Çanakkale Triyandafil Çiftliği mevkiinde on altı haziran bin üç yüz otuz bir (bin dokuz yüz on beş miladi) günü şehit düşmüş bir adamın, Raif Hoca’nın torunuyum ben. Kandıra kütüğünde bulmuştuk kaydını. Eskiden Kocaeli Sancağına bağlı olduğumuzdan, kayıtlarımız ordaydı: ‘Adı: Okçuoğlu Raif. Baba adı: Hacı Ahmet. Şeyhler Nahiyesi. Muhsine Divanı. Okçular Köyü. Ölüm tarihi: 16 Haziran 1331. Ölüm sebebi: Şehiden. Ölüm mevkii: Triyandafil Çiftliği.’

Beş altı yaşlarındaydım; bir şey dikkatimi çekiyordu. Büyükbabam Hatipağa Raif Tuna, köy içine evli Okçu Halamı (adı Fahriyeymiş, biz vefatında öğrendik gerçek adını) bir hafta görmese sarılıp ağlıyordu. Anlam veremiyordu küçücük zihnim, elli yaşındaki adamın kendinden dört yaş büyük ablasını, beş altı gün görmese ziyarete gitmesini, sarılıp ağlaşmalarını.

Okçu Halam için Çanakkale, henüz dört yaşındayken, asker sevkiyatı sırasında beş on dakika görebildiği babasına ‘bizim bebeğimiz oldu’ sözüdür, sadece. Ve şehit künyesinin gelişidir ardından. Babasız büyümesidir. Yokluk kıtlık boynu büküklüktür hep.                                                                                     Tam da budur Çanakkale. Böyledir. Acıdır hüzündür, boynu büküklüktür onur kadar.

Bin dokuz yüz kırk doğumlu annem için Çanakkale, büyüklerinden dinlediği şu sözdür: ‘Bizim Sarıbeyli Divanından yirmi yedi delikanlı gitmiş savaşa. Üçü geri dönebilmiş. Onlar da gazi. Yani yaralı. Yirmi dördü şehit düşmüş seferberlikte.’

Babam Arif Tuna için en büyük onur şehit torunu olmasıydı. Benim için de. Oğlum Ahmet Arif için olduğu gibi.

 Herkesin bir Çanakkale’si vardı evet. Herkes için Çanakkale başkaydı, farklıydı, anlamlıydı evet.

Bizim ev için böyleydi Çanakkale.

Gittim gördüm:

Boğazın en dar noktasında bir kale yaptırtmış Fatih. Torunu Yavuz Selim de karşı kıyıya bir kale daha yaptırtmış, boğazı kilitleyip tam kontrol altına almak için. İyi de etmiş. Kilitbahir yani deniz kilidi denmiş adına.

Gel zaman git zaman, Anadolu yakasındaki kale etrafında evler oluşmaya başlamış. Halk bu hisara Kalayı Sultaniye demiş önceleri. Yani Sultanın kalesi. Fatih Sultan Mehmed’e izafeten. Sonra uzun gelmiş bu isim. Kısaltmayı sever Türk Milleti: Kale demiş çıkmış işin içinden. Yerleşim büyümüş zamanla. Mahalleye, nahiyeye, kasabaya dönüşmüş. Yukarıdan dağlardan karşıdan bakılınca da dümdüz bir ovada bir kale ve evler; Çanakkale demiş, bitirmiş işi atalar.

Boğazdan akıp gitmiş sular asırlarca, üstten aşağıya, alttan yukarıya. Huzur ve sükun içinde.

Devir devran dönmüş zamanla. Medeniyet denen tek dişi kalmış canavarlar üşüşmüş Hasta Adam dedikleri Osmanlı’nın üzerine. İngiliz’i Fransız’ı ve daha bilmem ne sömürgeleri. Dönemin en ileri ölüm kusan topları ile donanmış savaş gemileriyle önce denizden, sonra da karadan işgal etmek istemiş Yedi Düvel.

Bir şeyi unutmuşlar; öğrenmişler bunu ama, çok mu çok pahalıya: Bir Türk devleti asla işgal edilemez!

Edilememiştir. Edilemeyecektir.

Çanakkale budur. Gerisi teferruattır.

Yüz dört yıl sonra mezar taşlarına göz atınız: Bosna’dan Yemen’e, Şam’dan Prizren’e, Bağdat’tan Şumnu’ya, Üsküp’ten Urfa’ya, Gümülcine’den Trabzon’a, Manastır’dan Mardin’e, Kırcaali’den Erzurum’a, Edirne’den Eskişehir’e… Sancak sancak, vilayet vilayet, kasaba kasaba, mahalle mahalle, köy köy; bütün bir Osmanlı haritası mezartaşlarında işlidir gergef gergef, Çanakkale şehitliklerinde.

Tam da budur Çanakkale.

Bir toplumun millet olduğu yerdir.

Hamidiye Tabyalarıdır, 57. Alaydır, Conk Bayırıdır, Anafartalardır, Kireçlitepedir Arıburnudur evet.

Türk yarlarıdır en çok da.

Vatanı söz konusuysa yardan aşağı yuvarlanır bu millet, gözünü kırpmadan.

Ta Hoca Ahmed Yesevi’den el alıp bin yıldır Anadolu Coğrafyasını vatan eyleyen bu millet, devleti söz konusuysa gerisini düşünmez.

Düşünmemiştir bir kez daha. Düşünmemiştir bin kez daha.

Onun vatanının tapu senedi şehitlerin kanıyla yazılmıştır. Hesap kitapla kârla ganimetle değil.

Çanakkale artık boğaza nazır bir yamaçta dalgalanan ay yıldızlı bayrak ve şu güzel dörtlükten ibarettir:

Bu vatan toprağın kara bağrında / Sıradağlar gibi duranlarındır / Bir gül bahçesine girercesine / Şu kara toprağa girenlerindir.

Birliğimizin ruhu, birliğimizin anlamı, birliğimizin kendisidir Çanakkale.

Birliğimizin, dirliğimizin ve devletimizin.

Çanakkale tam da budur.

Çanakkale biziz. Biz, bir, bütün olduğumuz yer.