- Ne va?

- Budva!

- Ne va, ne va?

- Budva dedim ya!

- Hadi be?

-Vallahi.

- Nasıl?

- Şahane!

- Yemin et?

- Vallahi de.

Demiştim size. Yirmiyi aşkın ülke gördüm altmış yıllık ömrümde. Birçoğunun birçok güzelliklerini seyreyledim, eyvallah. Ama, âh ki âh, içlerinde en güzeli, açık ara Karadağ’dır. Gavurcası Montenegro galiba. İtalyancada monte dağ, negro da kara, siyah demekmiş ya. Biz Karadağ der çıkarız.

Karadağ’da Kotor orta çağdan kalma bir muhteşem şato şehri, evet. Bar tarihle doğanın koyun koyuna yattığı şehir, evet. Ya Budva? O en şahanesi, diyeyim size.

Gittim gördüm. Görmekle kalmadım, beğendim. Beğenmekle kalmadım sevdim ben Budva’yı. Açık açık söyleyeyim. Çok sevdim.

Budva’ya giderken ilkin Adriyatik Denizindeki Sveti Stefan Adası karşılar. Rüya gibi bir ada. Havalı mı havalı, güzel mi güzel, artistik mi artistik. Çok da turistik ha. Evleri tarihî. Kapitalizm evleri butik otele dönüştürmüş, kaçırır mı fırsatı namussuz. Geceliği kaç para mı? Söylemeyeyim, dudaklarınız uçuklar. Benim uçukladı çünkü, oradan biliyorum. Rivayete göre Brad Pitt denen arkadaş burada geceliği bin dolara konaklamış. Bin dolar yahu. Dört asgari ücretli yahut iki öğretmen maaşına bir gece konaklama düzeni kurmuşlar buraya. Güzelliği pazarlıyorlar yani. Ben uzaktan baktım. Mest oldum. Fotoğraf çektirdim. Şükür - şimdilik - ondan para almadılar. Yakında ana yoldan geçerken adaya doğru bakana, ver yirmi dolar bakalım derlerse şaşırmayınız. Son sözüm: Dünya gözüyle Sveti Stefan Adası’nı bir kere de olsa seyreylemek gönlü şifa ve huzur veriyor. Biz bihakkın şahit olduk. Bilginiz olsun efenim.

Beş on dakika sonra geçmişin gelecekle izdivaç eylediği şehir Budva’dasınız.

Budva demek doğa demek öncelikle. Sonra tarih demek. On beş bin nüfuslu bir turizm şehri aslında. Küçücük ama şirin mi şirin. Ama size elli bin, yüz binlik bir yerleşim izlenimi verecek, emin olunuz.

Sırtını dağlara yaslamış, ayaklarını Adriyatik Denizine uzatmış, bakışları kâh elindeki tarih felsefesi kitabında kâh İtalya sahillerinde, kahvesini yudumlayan bir kasaba var benim zihnimde Budva deyince.

Kıyıya yakın kale içindeki eski sokaklara bir gezintiye çıkın. Orta Çağ havası içerisindeki iki katlı taş evlerin arasında, iki insanın ancak yan yana yürüyebildiği iki metrelik daracık sokaklarda dolaşmanın zevkine inanın doyamayacaksınız. Kefiliyim bu zevkin. Üç beş on… yürüyün bu şirin gölgeli sempatik sokaklarda. Taşın dile geldiğine dikkat edin, size kaç asırlık türküler söylediğine, hikâyeler anlattığına kulak kesilin lütfen. Kaçırmayın bu cümbüşü. Şölen şölen. Harbiden bak. Kulağınızı, kalbinizi, gönlünüzü açın yeter ki siz, konuşuyor onlar bir bir, ev ev, duvar duvar.

Sürprizler karşılayacak sizi, bu sokaklarda. Mesela bir Türk lokantası çıkacak karşınıza, ansızın.  Aman Allah’ım. Ta Karadağ’da, Budva’da, Adriyatik kıyısında, İzmirli bir lokantacı ile muhabbet ha. Hem de Mardinli biri bizim Mehmet. Ala ra’si vel ayn çekiyorum hemen ben, hafiften ayın çatlatarak (beceriksizliğim üstümde yine işte), cevabı her Mardinli gibi samimi, içten: ‘Başım gözüm üstüne abey!’ (Abey’in a’sını tatlı bir ayınla okuyun siz.)

Hoş beş muhabbet. Kardeşleriyle İzmir’den gelip açmışlar bu lokantayı. Memnunlar da işlerinden. Zaten bu küçücük kasabada, bu tarihi kale içinde bile elli kadar Türk işyeri varmış. Ne güzel. Son yılların moda atasözü Budva’da da yürürlükte demek ki: Nerede para, orada bir Türk. Eyvallah. 

Bizim Ahuy Mehmetin yarısı kapalı yarısı çekme katlı bahçeli, ıtırlı asmalı hanımelili işyerinde Neşet Ertaş’tan Ah yalan dünya dinleye dinleye gönlünüz doyarken, diğer yandan Çökertme Kebabı taam eyliyorsunuz, gözünüz gönlünüz özünüz mutlu. (Aramızda; buralarda bir kap ana yemek ortalama on-on beş Euro. Türkiye’dekinin beş katı. Kapitalizmin gözü çıksın. Ne diyelim başka.) Mis gibi Türk çayıyla da dinlenip yeniden yola koyuluyorsunuz.

Köşede yine İzmir’den gelmiş bir kuyumcu göz kırpacak size, az ileride Bursa’dan gelme bir konfeksiyoncu başıyla selamlayarak merhaba diyecek, Diyarbakır’dan gelme bir incik boncukçu el sallayacak, eyvallah manasına. Şaşırmayın sakın. Bizimkiler buraları da fethetmiş gari duygusuyla yürüyeceksiniz, küçük ahşap kapılara açılan sokakları arşınlayarak.

Sağım solum sobe yerine sağım solum taş arkadaş diye diye yürürken bir Katedral mi desem, kilise mi desem, tereddüt içinde, dinî ve tarihî bir tesisle karşılaşacaksınız, şehrin meydanında. Zamanında dindarmış buraları demek ki.

Meydan dedim de, Budva’dan aklımda kalan en belirgin ve en insanî fotoğraftan söz etmeliyim size: 

Üniversite öğrencisi iki Türk, yirmi sekiz yaşındaki Denizlili gözlüklü Eşe (Ayşe) ile otuz yaşındaki Afyonlu bonus kafalı Eli (Ali) dünyayı, en çok da hayatı ve insanı keşfe çıkmışlar. Beş parasız hem de. Mini bir çadır. Sırtlarında. Kurmuşlar meydanın bir köşesine. Üç beş santim çapındaki doğal taşları boyayıp satarak karınlarını doyuruyorlarmış. Dünyayı sırtlamışlar, bu yaz burada yaşıyorlarmış. Şirin mi şirinler, mutlu mu mutlular, memnun mu memnunlar. Sosyoloji doktorası yapıyorlarmış sanki. Veri avındalar gibi. Çılgınlığın, maceranın da bu kadarı? Hayret. Hayret kadar da tebrik. Helal olsun çocuklar size. (Budva en çok, bu iki gencin görünümüyle yerleşti benim zihnime.)

Budva bir bakıma yolgeçen hanı. Bar ile Kotor arasında, ölçeği biraz daha genişletelim, hatta İşkodra (Arnavutluk) ile Trebinya (Bosna) arasında bir tenezzüh (nefes alma) durağı. Bir huzur limanı.

Dünya gözüyle görülmesi gereken on yerden biri bana göre. Görülmesi gezilmesi yaşanması gereken.

Ondan olmalı, her yan otel, hem de en lüksünden.

Güzellik ve huzura el sallayarak vedalaşacaksınız Budva’yla.

Budva; doğanın tarihle valsi çünkü.

- Ne va?

- Budva!

- Nasılmış?

- Muhteşem.

- Geleyim o zaman!

- İyi edersin. Hem de tez!..