Rahmet-i Rahman’a uğurladığımız Hüseyin abimiz (Selim Gündüzalp) için şimdiye kadar çok şey yazılıp söylendi…

Hep övgü dolu sözlerdi bunlar…

Söylenenlerin hiçbirine itirazım yok, hatta hepsinin altına imzamı atarım…

Lakin Hüseyin abi övülmekten hiç hoşlanmazdı…

Gazetemizdeki köşesine fotoğraf koymamızı da istemezdi…

Hatta yazılarını gerçek ismiyle dahi yazmazdı…

Her zaman, “Ne iş yaparsan yap, hakkını vererek yap” derdi bana…

Böylesi bir yazının hakkını nasıl verebilirim ki ben!

O yüzden çok fazla bir şey yazmayacağım…

Köşemi hatıralarla dolduracağım…

Zira hatıra biriktirmeyi ve onları anlatmayı çok severdi…

Onunla her konuşmamız ve mailleşmemiz sonrası söylediğim, onun da mukabelede bulunduğu sözle, akabinde de her konuşma ve yazısının sonunu süslediği sözle bitireceğim yazımı…

Allah senden razı olsun abi…

Essalatü vesselam aleyke ya ResulAllah…

ONU NASIL TANIDIM?

Onu ilk kez 90’lı yılların başında tanıdım…

O zamanlar sohbetler Uğur Koru Lokantası’nın üst katında yapılıyordu…

Arkadaşımın (Namık Öze) zorlamasıyla, biraz da istemeye istemeye sohbetin ortasında bulmuştum kendimi…

1 saati aşkın sohbet esnasında o yaşıma kadar hiç duymadığım şeyler duydum…

Sanki sihirli bir el bana dokunmuşçasına tepeden ayağa bir titreme hissettim…

Gel zaman git zaman; okuldu, evlilikti, askerlikti derken epey bir uzak kaldım sohbetlerden…

Aradan geçen uzun yılların ardından yine aynı arkadaşımın vasıtasıyla bir kez daha sohbet ortamında buldum kendimi…

Ve karşımda yine o vardı…

Saçları dökülmüş, çehresi değişmişti ama söylediklerinde zerre kadar değişiklik yoktu…

Yine o insanı alıp götüren, ruha dinginlik veren cümleler, meseller ve hatıralar…

Sanki hiç unutmamış gibi gözlerimin içine bakarak yapmıştı sohbetini…

90’lı yılların başında, Uğur Koru Lokantası’nın üst katındaki ilk karşılaşmamızı da unutmamış olacak ki, “Senin duanı ta o zaman yapmıştık” demişti…

Daha sonra yaşımın da verdiği olgunlukla bir kez daha yazdıklarını okumaya koyuldum…

Gerçek aşkın Allah aşkı olduğunu, Allah’tan ümidin kesilmemesi gerektiğini, Allah’a duanın nasıl büyük bir ibadet olduğunu ve de en önemlisi “ölümün son olmadığını” öğretti bana…

Hiçbir zaman elinden düşmeyen o “kırmızı kitaplardan” süzülen kelimeler bana adeta yeni bir dünyanın kapısını açtı…

Biz ona layığıyla talebe olamadıysak da, o bizden ümidini hiçbir zaman kesmedi…

SON GÜN 3 KEZ KONUŞTUK

Hüseyin abi her zaman gazete ve dergi yazılarına, hatta attığı tweet ve yaptığı paylaşımlara büyük bir özen gösterirdi…

Bizim gibi lambırlumbur yazmaz, adeta kılı kırk yararak seçerdi cümleleri…

Yazarken ve konuşurken taşıdığı mesuliyetin her zaman farkındaydı…

Kendisini ebediyete uğurladığımız günün ertesinde de gazetemizde yazısı çıkacaktı…

Öğle saatlerinde arayıp, “Yazıyı gönderdim. Sen de bir okursan sevinirim” dedi her zamanki gibi…

“Peki abi” dedim…

Aradan bir-iki saat geçtikten sonra yeniden arayıp, “Yazıyı tekrar attım. Biraz tashih yaptım” dedi…

“Peki abi” dedim…

Son olarak saat 16.30-17.00 gibi üçüncü kez aradı, “Ya son bir tashih daha yaptım, birkaç bir şey daha ekledim. Mailine gönderdim şimdi. Son attığıma itibar edelim” dedi.

“Tamamdır abi Allah razı olsun” dedim ben de…

Nereden bilebilirdim ki bu konuşmadan iki saat sonra kalp krizi geçireceğini!

En azından sesini dahi olsa son kez duyma fırsatı yaratan Rabbime hamd olsun…

SIĞINACAK KAÇ LİMAN KALDI?

Kendimce oluşturduğum bir istişare heyetim vardı…

Bu heyetin en nadide iki üyesi rahmetli Dr. Sadık Canlı ve Hüseyin abi idi…

Hayatımla ilgili en önemli kararları verirken mutlaka bu iki insana danışırdım…

Bu iki insan ayrıca beni en çok eleştiren insanlardı…

Gazetede çıkan yazı ve haberlerle ilgili sürekli uyarıda bulunurlardı bana…

Sadık Hoca beğendiği yazıları kuru bir aferinle geçiştirir, beğenmediği bir yazı olduğunda ise tabiri caizse bir güzel haşlardı beni…

Kimi zaman telefonla yapardı bunu, kimi zaman yanına çağırır ya da İsmail abinin orada çay söyleyip verirdi dersimi…

Çok çok hiddetlenip “Bunu nasıl yazarsın” diye bağırması bile hala kulaklarımda çınlar durur…

Hüseyin abi de bu konuda hassastı…

Yeni Sakarya’da Genel Yayın Koordinatörü olduğumu söylediğimde, “Hiç sevinmedim. Ayvayı yemişsin” demişti…

“Artık o gazetede tüm yazılan çizilende senin de sorumluluğun var. Allah kolaylık versin” diye eklemişti…

Çoğu zaman sakıncalı bulurdu köşe yazılarımı…

“Ne yapayım abi dayanamıyorum, tutamıyorum kendimi” diye savunmaya geçerdim…

“Yazma o zaman kardeşim yazma! Bilhassa siyaset yazma. Yazmak zorunda mısın? Kafana silah mı dayıyorlar sanki” diye nasihat ederdi…

“Kişileri değil olayları yaz. Her zaman ümitli şeyler yaz. Yazıların insanlara ümit versin” derdi üstüne basa basa…

Gerek Sadık Hoca, gerekse Hüseyin abi pervasızca yazı yazan bendenizi bir nevi frenlerdi…

Kendimi tutamayıp yazdığım yazılar sonrası gidip sığındığım ve pişmanlığımı anlattığım limanlarımdı…

Şimdi şunun şurasında sığınacak kaç limanım kaldı…

FİRAKI YOK BÖYLE DOSTLUKLARIN

"Bir şehir, bir vilâyet, bir memleket, belki küre-i arz, belki dünya, belki âlem-i vücut, iki hakikî dost için bir meclis hükmündedir…

Böyle dostluk ve kardeşliğin firakı yok, hep visaldir…

Fâni, mecazî, dünyevî dostluklar sahipleri firakı düşünsün, bize ne?"

Bediüzzaman Said Nursî, Barla Lahikası