John Smith dünyaca bilinen birkaç projeye imza atmış, tanınmış bir uzman ve proje yöneticisidir. Bir iş teklifi ile Amerika’nın Seattle kentinden Türkiye’ye gelir. Seattle, Amerika'nın kuzeyinde, iş ve kent yapısı olarak küçük bir New York’tur. İyi bildiği beş dilden biri Türkçe olan John Smith, daha ilk günlerde edindiği izlenimlerle şirketteki yöneticilerin ve çalışanların yönetim ve iş yapma biçimleri karşısında şaşkına döner. Uzun bir süre anlamakta zorluk çeker.

Her şeyden önce uzmanı olduğu konularda bile şirket yöneticilerinin ona işi nasıl yapması gerektiğini anlatmaları, ona ilk şokunu yaşatır. Çünkü onların bu konuda uzman olmalarına rağmen kendisine bu iş teklifini yapmalarına şaşırmıştır. Sonradan anlar ki sadece bu şirkette değil, bu ülkede herkes her konuda uzmandır.

Bunun yanında takım çalışması anlayışını da çok garip bulur. Herkes o kadar kendine odaklıdır ve işleri kendi istediği tarafa çekmektedir ki, ortak inandıkları şeyler, hedefler önemini yitirmektedir. “Gelecek”le pek ilgilenmediklerini, istedikleri tek şeyin “bu günü olduğu gibi sürdürmek” olduğunu fark eder. “İstikrar” kavramı, herkesin çok dilindedir ve çok önemsenmektedir. Oysa kendisinin geldiği yerde “istikrar” durgunluk ve yerinde sayma anlamına gelen ve kimsenin istemeyeceği bir kavramdır. Şirket çalışanlarının genelde az çalışıp çok tükettiğini, metot, teknik ve disiplin kavramlarına yabancı olduklarını gözlemler.

Oysa onun nazarında bir işi başarmak için her şeyden önce metot ve bilgi gerekir, fakat bu ikisi de yetmez çünkü bunlara ek olarak “çok çalışmak” da gerekmektedir.

Onu çok şaşırtan diğer bir husus ise herkesin çok konuşması olur. Uzman olmadıkları konularda uzmandan daha çok konuşmaktadırlar. Üstelik üzerinde çok konuştukları konuları, kesinlikle iyi yapamadıklarını da tespit etmiştir. Sanki diye düşünür; iyi yapmak istemedikleri ya da yapamayacakları konularda daha çok konuşmayı tercih ediyorlar.

Sizin için önemli kısımlarını özetlediğim, 2000 yılında yaşandığı belirtilen, gerçek mi kurgu mu olduğunu bilmediğim fakat tespitlerini çok isabetli bulduğum bu hikayeyi internet ortamında bulabilir, uzun versiyonunu, onun dilinden, esprili anlatımı ile okuyabilirsiniz.

Yaklaşık 20 yıl önce okuduğum bu hikayede hafızamda en çok yer eden kısım Zaman Yönetimi ile ilgili kısım oldu. Daha ayrıntılı değinmek istediğim için onu sona bıraktım:

John Simit, -çalışanların taktığı isim ile- namı diğer ‘Can Simidi’, şirkette vereceği en öncelikli ve önemli seminerin Time Management - Zaman Yönetimi olması gerektiğini görüyor. Çünkü yöneticilerin de çalışanların da zamanlarını verimli kullanamadıklarını, zamanı yönetemedikleri için daha kısa zamanda yapılabilecek işlerin çok daha uzun bir zamana yayıldığını, özel hayatlarında da muhtemelen aynı durumun söz konusu olması nedeni ile bunun işe olumsuz yansımalarının olduğunu düşünüyor.

Bu nedenle düzenlediği “Zaman Yönetimi” seminerine maalesef katılım çok düşük oluyor. Onu daha da şaşırtan ve üzen katılmayanların şu mazeretidir:

“İşimiz başımızdan aşkın, zaten birçok şeye zaman yetmiyor.”

Kendimde ve çevremde çok sık rastladığım bu, “zamanını yönetemeyip, zaman yetmiyor mazereti” bana hep bu hikayeyi hatırlatır.

John Smith, “Zamanı Yönetmek” seminerinde neler anlattığına değinmiyor. Bu konuda benim aklıma gelen iki tavsiyeyi yeri geldiği için sizinle paylaşmak istiyorum:

Birincisi yazılarımda çok sık yer verdiğim büyük mütefekkir İmam Gazali’den…

Kendisi 53 yıllık ömründe 500 kitap yazmış ve sırrını “sabah namazlarından sonra uyumadım, çoğu kitabımı bu saatlerde yazdım” diyerek açıklamış.

Diğer tavsiye hem “Amerika’nın en genç savunma bakanı” hem de “Amerika’nın en yaşlı savunma bakanı” unvanına sahip ve bunun yanında “dünyayı kana bulayan isim” olarak da anılan Donald Rumsfeld’e ait; kendisi milyonlarca kişinin ölümü ile sonuçlanan Irak İşgalinin mimarı. 75 yaşında emekliye ayrıldıktan sonra yazdığı kitapta “başarılı” olmasının sırrını şöyle açıklıyor: “Ne onu yapan ne bunu yapan başarılıdır. Başarılı olanlar her sabah 5’te kalkan ve hedefi için gerekeni yapanlardır.”

Elbette ki istisnalar olacaktır. Fakat biz de kendimize sağlıklı bir gözle baktığımızda John Smith’in tespitlerine yakın şeyler görme ihtimalimiz çok yüksek.

Üstelik bu tespitler 20 yıllık tespitler.

Dolayısı ile bir kuşağın yetişmesinde çok etkili olduğumuzu ve şikayet etmeye pek hakkımızın olmadığını da gösteriyor.