İngilizlerin bir deyimi vardır. Çok fazla yağmur yağdığında "Cats and dogs raining. (Kedi ve köpek yağıyor.)" derler. Bunun bizdeki karşılığı "Bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyor." şeklindedir. Söylenenlere göre eskiden İngilizler, evlerinin damlarında bulunan kedi, fare ve köpek gibi hayvanlarla birlikte yaşarlarmış. Çok yağmur yağdığında da evlerin mimarisi sebebi ile hayvanlar damlardan kayıp düşermiş. Pencereden onları seyreden İngilizler de bu durumu yağmurla özdeşleştirmiş. Bu deyimi her duyduğumda aklıma bir büyüğümüzün sözü gelir: "Kedi damda, köpek kapıda yakışır."
Geçen sene kızım, kedi isterim diye tutturunca evde bir kedi ile yaşama fikri bana da çok pırıltılı gelmeye başladı. Evde kedi ile yaşayan arkadaşlarıma sordum. Bir kedi ile yaşamak nasıl, diye. İki arkadaşımdan birinin evindeki kedi, sarman bir kedi idi. Anlattığına göre Amerika'da memleket hasreti çektiği günlerde ona can yoldaşı olmuştu. Elini bağrına götürüp " Onu, buramda taşıdım." dediğinde; inanın benim de gözlerim dolu ve bağrım tam olarak açıktı.
İkinci arkadaşımın evinde, bir yerlere toslamış gibi bir yüzü olan, bembeyaz bir İran kedisi vardı. Gerçekten çok tatlı bir kediydi. O arkadaşım da bana kediyle yaşamanın güzelliklerini sayıp döktü. Onun, ikinci kedisiydi ve daha önceki sokak kedisinin aksine bu asil ve bambaşka bir kediydi. "Ah Arzuhan, hiçbir derdi yok, kendi işini kendi yapacak neredeyse" dediğinde kesinlikle karar vermiştim. Bir kedimizin olmaması için hiçbir sebep yoktu. Kafamın içinde seneler önce bir yerlerde okuduğum bir söz, yankılanıp duruyordu. Söz, gerçi hala doğruluğuna inanıyorum, aşağı yukarı şöyleydi: "Kediler nankör değildir; nankör olan, bir lokma ekmek için kedinin ayağına dolanmasını bekleyen biz insanlarız."
İnternetten kedi ile ilgili sitelere bakmaya başladım. British shorthair cinsi kedide karar kıldım. Yazılanlara göre hiç tüy dökmüyordu. Kendi bakımını kendi yapıyordu. Özgür bir ruhu vardı ve çocuklarla dostluğu anlatıla anlatı bitirilemiyordu. Hatta alerjisi olanlar için bile en ideal türdü.
Bir gün eşime uzattığım alışveriş listesine şöyle yazdım : "yumurta, peynir, elma, şampuan, evcil bir kedi (mümkünse beyaz olsun). Kedinin evimize geldiği günü ömrüm oldukça unutmayacağım. Gri, kadifemsi tüyleri ve sarı gözleriyle sevimli bir kediydi. Yaramaz olduğu henüz hiç anlaşılmıyordu. Sevmek istedik ama korkudan koltukların altına saklandı. O gece sabaha kadar miyavladığı için hiç uyumadık. Sonraki sekiz ay boyunca da uyuduğum pek söylenemez. Bir süre sonra evin her köşesine tüyleri ve tuvaletini yaptığı kum yayıldı. Üstelik okul çantam da dahil olmak üzere evdeki her şeyin üzerinde tırnak izi oluşmaya başladı. Zamanla ev, görenlere taşınıyoruz hissi verdi. Kızım her fırsatta kedinin üzerine atlayıp onu koltuk altına sıkıştırıp saatlerce televizyon izletmeye başlayınca da Fındık onun her yerini tırmaladı. Bunlar yetmezmiş gibi annem arayıp alerjisi olduğu için bize asla gelemeyeceğini söyledi.
Geçen gün "Uygarlığı Değiştiren Yüz Kedi" kitabını gördüğümde size anlattığım bu anılar yeniden canlandı belleğimde. Suçluları yakalatanlar, tüyleri ile delil bırakanlar, polisi arayanlar, savaşa sebep olanlar... Müezza, Kartopu, Tibbles, Ahmedabad, bu kedilerden bazıları. Her biri uygarlık tarihinde, bizim dünyamızda, varlığı ile bir şeyleri değiştirmiş kediler...
Bizim kedimizin adı da Fındık'tı. Uygarlık tarihini değiştir mi ya da meşhur olur mu bilemiyorum ama bizim hayatımızı aylarca değiştirdi. Şimdi geniş bahçesi olan kedi sever bir aile ile yaşıyor. Bazen özlüyorum onu. O zaman Sezen Aksu'nun şarkısı aklıma geliyor. Mırıldanıyorum: "Tut ki karnım acıktı. Anneme küstüm. Tüm şehir bana küskün. Biiiiir kedim bile yok. Anlıyor musun? Hadi gülümse."