Cemal Süreya ölmüş. 27 yıl önce… Dün haberini görür görmez aklıma gelen ilk düşünce, on yıl boyunca beraber yaşamış olduğumuzdu yeryüzünde. On yıl aynı havayı solumuş, aynı göğün altında ıslanmıştık. Şiir de biraz ondan bulaşmıştı galiba bana… Oturdum, arşivden Kral TV’deki Okuma Zamanı’nda yayınlanmak üzere yazdığım Cemal Süreya portresini buldum. O da yazılalı on yılı geçmiş. Kısaltarak bir bölümünü sizinle paylaşıyorum. Çünkü şiir iyi gelir, en kötü zamanlarda bile…

Türkiye’nin şiiriyle de yaşantısıyla da en lirik şairlerinden biri o.

1931’de, Erzincan’da doğdu. Babası bir kamyon şoförüydü Cemal Süreya’nın... Ya da o zamanki adıyla, Cemalettin Seber’in. Baba Hüseyin Seber, 1957’de bir trafik kazasında öldü. Oğlunun zihninde onunla ilgili belli belirsiz hatıralar kalmıştı: “Ben uyurken, gece yatağıma gelir, yanağımdan, daha çok da kaşlarımın ve gözlerimin birbirine en yakın olduğu yerden hafifçe öperdi.” Babasını erken yaşta yitirmenin onda yarattığı etki, şu şiirinde bütün çıplaklığıyla ortaya çıkar:

Sizin hiç babanız öldü mü?

Benim bir kere öldü kör oldum

Yıkadılar aldılar götürdüler

Babamdan ummazdım bunu kör oldum

Annesi mi? O da göçüp gitmişti, Cemalettin daha ufacık bir çocukken. Şair, bu acıyı daima yüreğinin bir kenarında taşıyarak yaklaşacaktı kadınlara artık:

Annem çok küçükken öldü

Beni öp, sonra doğur beni

Ailesiyle birlikte geçirdiği Erzincan ve Bilecik yıllarından sonra, Haydarpaşa Lisesinde okumaya başladı. Parasız yatılıydı.1950 yılında ise uzun sürecek başkent macerası başlıyordu artık şairin. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne yazıldı.

İlk şiir... Mülkiyeli bir öğrenciyken, 1953’te yayımlandı. Adı: “Şarkısı-beyaz”. Mülkiye dergisinde çıkan bu şiirini, daha sonra beğenmeyecek ve kitaplarından hiçbirine almayacaktır.

İlk şiir kitabı... Üvercinka. 1958 yılında yayımlanan bu kitabın ardından diğerleri sökün etti. 1965’te, Göçebe; 1979’da Beni Öp Sonra Doğur Beni… 1988 yılında ise iki şiir kitabı birden: Güz Bitiği ve Sıcak Nal. Sevda Sözleri, 1984’te yayımlanan, toplu şiirleridir.

Cemal Süreya, İkinci Yeni’yi yenileştiren şairdi. Zaten ona göre statik, kalıplaşmış bir biçim değil, bir “güvercin curnatası”ydı İkinci Yeni... Ve aşmak, dönüştürmek, tazelemek gerekiyordu bu “güvercin curnatası”nı... Bu yüzden anlamsızlığı değil, kelimelerin ve imgelerin farklı çağrışımlarını yansıtmayı savundu.

Saat Çini vurdu birden pirinççç

Ben gittim bembeyaz uykusuzluktan

Kasketimi eğip üstüne acılarımın

Cemal Süreya’nın, adıyla özdeşleşmiş bir dergisi vardı: Papirüs. Ünlü şairler yazdı bu dergide.  Papirüs’ü, 1960’tan 1980 yılına kadar, zaman zaman kesintiye uğrasa da tam 53 sayı çıkarmayı başardı.

Bir şiirinin adı: “Yazmam Daha Aşk Şiiri”. Ama aşk şiirlerinin en çok yakıştığı, âşık olanların en çok okuduğu şairlerimizdendi o. Bir sevgiliye söylenebilecek en kışkırtıcı, en masum, en zarif, en duyarlı ve en tutkulu kelimelerle kurdu aşk şiirlerini...

Azaldığını duyup duyup karanlıkta

Beni ayakta tutan gözlerin

Ellerini arıyorum sabaha kadar seviyorum

Ellerin beyaz, tekrar beyaz tekrar beyaz

Önce ellerin vardı yalnızlığımla benim aramda

Sonra yüzün, onun ardından gözlerin dudakların...

Humour ve erotizm, Cemal Süreya şiirini en iyi tanımlayan kavramlardır. Şiir evrenini asıl bunlarla kurduğunu kendisi de söyler: “Humour ve erotizm, yapıtıma ben hiç farkına varmadan sinmiş iki nitelik”.  Ama bunların yanına bir üçüncüsünü koymak gerekecektir mutlaka: lirizm.  Onda daima lirik bir damar vardır. “İçlenmek zanaatının” ustasıdır o.

On Üç Günün Mektupları, mektup türünde, Türk edebiyatının sayılı eserlerinden biridir. Süreya’nın hastanede yatan eşi Zühal Tekkanat’a yazdığı bu mektuplarda aşk, ayrılık, umut ve özlem müthiş bir coşku ve romantizmle harmanlanmıştır. Erdal Öz’ün dediği gibi, bu mektupların hepsi “sevda sözleriyle dolu”dur.

Beş kez evlenmiş, son eşi Birsen Sağanak’a ise “Bayan Nihayet” adını takmıştı. “Düğmesini diken her kadınla evleniyor” dedikodularına ise gülerek karşılık verirdi Cemal Süreya. Bir söyleşide, “Birkaç kez evlendim, ama herkes beni yetmiş kere evlendim sanır” diyerek bu meseleyi açıklamak gereğini duymuştur.

Bahçede çocuklar vardı

Çocuğundan öptüm seni

Çocuklara düşkündü. Oğlu vardı ya... Bir de kızı olsa daha da mutlu olacaktır... Adı bile hazırdır kızının: Elif Zeyno. Mektuplarda onun resmini çizip durmuştur hep.

Sadece yazdıklarıyla değil, duruşuyla, yürüyüşüyle, bakışıyla, sözleri ve “jest”leriyle... Kısacası, yaşantısıyla baştan aşağı bir şairdi. Şairlik de ona göre zaten böyle bir şeydi: “Şair, şiir yazan kimse değil, onun ötesinde bir varlıktır. Bir tavırdır ve şiirin de üstünde bir yerdedir. Rimbaud’nun da dediği gibi, başkalarıdır da o. Hem en çok kendisi, hem başkaları.”

“Folklor Şiire Düşman” başlıklı yazısı, edebiyat dünyasında tartışmalara yol açtı. Çeviriler yaptı. Hatta memuriyetle birlikte, geçimini sağlayan en önemli meslekti çevirmenlik. Ölümünden sonra yayımlanan Yürek ki Paramparça adlı kitapta bu çevirilerin bir kısmı yer alır.

İki şehrin adamıydı en çok: Ankara ve İstanbul. Ankara’yı güzelleştirenlerden biriydi o ve çoğu zaman mizahi bir dille anlattığı Ankara’yı seviyordu. Bu yüzden, “Şair arkadaş, bir derdin mi var? / bir şeyler çıkarmak mı istiyorsun derdinden / Ankara’ya gelmelisin” diyordu bir şiirinde. Ama üniversite okuduğu, dergi çıkardığı, memurluk yaptığı bu kent onun için “iyi kalpli bir üvey ana” olmaktan kurtulamadı. 

Belki bu yüzden, İstanbul’a sığındı emekliliğinin ardından. İstanbul’un yeri ise bambaşkaydı. Hatay meyhanesi, uğrak mekânıydı İstanbul’da. Kapatıldığında duyduğu üzüntüyü ve kendisi için neler ifade ettiğini yazıya dökmüştü. Sadece bir meyhane değil; kahve, kıraathane, posta kutusu, emanetçi ve iş yeriydi de orası.

Biz gözyaşımızı gizleyen insanlarız

Biz kahkahamızı da gizleriz...

Şiirlerindeki cüretkârlığının aksine, utangaç biriydi. Dostları da bilirdi bu huyunu, kendisi de: “Mesela gidip bir dükkânda bir şeyin fiyatını soramam... Bir şeyin yarım kilosunu alamam”. Buna karşın, zaman zaman bu utangaçlığıyla bağdaşmayacak çıkışlar yapıyordu. Söz gelimi, Darphane müdürüyken, bir gün dönemin Maliye Bakanı Yılmaz Ergenekon teftişe gelir. Bakanın “Kapalı yerleri gösterin” diye hiddetle gerçekleştirdiği teftiş biter bitmez, arkasından şöyle seslenir Cemal Süreya: “Beyefendi, bir kapalı yer daha vardı... Ama onu size gösteremeyiz. O da bizim gönlümüz...”

Ömrü boyunca ölüm üzerine çok az şiir yazan Cemal Süreya, şu dizeleriyle sona yaklaştığını sezmiş, dünyayla vedalaşır gibidir:

Ölüyorum tanrım

Bu da oldu işte

Her ölüm erken ölümdür

Biliyorum tanrım

Ama, ayrıca aldığın şu hayat

Fena değildir

Üstü kalsın

“Ölürken bile şaka yapabilirim” demişti...  Galiba yaptı: Hayatındaki ve şiirindeki ironik kafiyeyi ölüm tarihinde de yakaladı: 9. 1. 1990.

İstanbul’da, Kulaksız Kabristanı’na defnedildi. Sevdikleriyle beraber, güvercinler de eşlik etti cenazesine, hüzünle kanat çırptılar...

Bir güvercin ben öldüğüm zaman

Nice hüzünlerden yaprak yaprak

Bir güvercin ben öldüğüm zaman