Arifiye İstasyonu denince, ova gelir orman gelir göl gelir aklıma; ilin ormanının, bölgenin gölünün kenarında kocaman verimli bir ova, ak bir ova, Akova, Akova’nın kulağının dibinde tatlı bir melodi çalınması gelir aklıma.

Arifiye İstasyonu denince göç gelir akıma, bilmem kaç yüzyıllık evinden barkından göçmek zorunda bırakılan mutsuz, umutsuz, umarsız yüzler gelir, dününü unutmak, yarınından umutlanmak isteyen umutsuz yüzler gelir, bakışlarını birbirinden saklayan.

Arifiyeİstasyonu denince hasret gelir aklıma; yürek yakan, yürekleri yakan… yürekte yanık bir ezgi, ufukta belli belirsiz bir çizgi, Hasret Dağı’nın ardındaki yamaçta umut arayan bir sezgi gelir. 

Arifiye İstasyonu denince vuslattan/kavuşmadan bir önceki durak, bir önceki istasyon gelir aklıma. Sevdiğine, sevdiklerine, sevdikleriyle kavuşmaya ramak kalmış, kavuşmaya merhaba nisyana elveda demeye bin kez hazır, sabrın sonuna yakın bir yürek bir bakış bir çıkış gelir.

Arifiye İstasyonu denince Yemen gelir Hicaz gelir, Bağdat cephesi Kafkas cephesi gelir aklıma; ‘Adı Yemen’dir / Gülü çemendir / Giden gelmiyor / Acep nedendir’ türküsü gelir yanık yanık kulağıma çalınan. Can çekişen bir medeniyetin çaresizliği, cepheden cepheye savruluşu, biterken yıkılırken bile son bir umutla, adını sanını duymadıkları illere, ellere, coğrafyalara sevdikleriyle helâlleşerek imanla inançla İstasyona gelmiş, kaderine teslim, geri dönüşten umutsuz, gönlünde kara bir sızı, karayağız Anadolu çocukları gelir.

Arifiye İstasyonu denince sarı saçlı mavi gözlü Balkan çocukları gelir aklıma. Dokuz yüz on iki gelir, perperişan, karmakarışık;  abasız havasız cakasız; sürülen atılan itilen; umutsuz bakımsız belirsiz; dağların ovaların nehirlerin yeşil ve mavisinden kâm, savaşın ortasında gam almış, bu dünyada mı öte dünyada mı, yerde mi gökte mi, ölü mü diri mi olmaklığı belli belirsiz Balkan çocukları gelir, İstasyon parmaklıklarına dizili.  

Arifiyeİstasyonu denince gözleri hüzün dolu hicran dolu,bakışlarını kendinden bile saklamaya çalışan Rumeli kadınları gelir aklıma; yürekleri dağlayan ‘Çalın davulları çaydan aşağı / Mezarımı kazın bre dostlar belden aşağı / Suyumu da dökün boydan aşağı’ türküsü dillerinde, acılı yazgıları alınlarında, siyah yemenileri başlarında, ciğerpareleri iki damla yeşil göz bebeleri kucaklarında.


Arifiye Tren İstasyonu - 1926 - Yahya Razi Tunalı Arşivi

Arifiye İstasyonu denince İkinci Abdülhamit gelir aklıma; bilmem ne kadar milyon kilometre kare Osmanlı coğrafyasını çelik ağlarla ören; aylar yıllar süren seyahatleri, saatlere günlere dönüştürmesi, hasret sahiplerini birbirine kavuşturmasına nazire adına ‘Hamidiye İstasyonu’ verilmesi gelir.

Arifiye İstasyonu denince İttihat Terakki gelir; ihtiras gelir iktidar hırsı gelir vefasızlık gelir aklıma; otuz bir mart gelir, hareket ordusu gelir, altı yüz yıllık bir devletin otuz üç yıl başında –kimilerine göre strateji dehası kimilerine göre istibdat/baskıyla - izzetle oturmuş bir sultanın hal edilmesi/derdest edilmesi/tahttan yaka paça indirilmesi, bu ‘büyük zafere’ izafeten, biri de Arifiye’deki olmak üzere, on yedi yerdeki Hamidiye İstasyonu adlarının çarçabuk değiştirilmesi gelir, işgal güçlerinden bile beklenmeyecek türden bir ihtiras gelir, vefasızlık ve saygısızlık gelir.

Arifiyeİstasyonu denince Mustafa Kemal gelir, umut gelir özgürlük gelir barış gelir aklıma; Arifiye’de duruşu, uzaklara, kâh İl ormanına, kâh Sapanca gölüne,  –şimdi Sakarya Üniversitesi kampüsü olan – kâh Esentepe’ye Serdivan tepelerine bakışı gelir; küllerinden yeniden doğan bir millet gelir aklıma. Dik duruş gelir, onur gelir, geleceğe emin adımlarla yürüyüş gelir aklıma.

Arifiye İstasyonu denince ilim irfan gelir aklıma… cumhuriyetin birinde, geleceği aydınlatacak kuşaklar yetiştirmek için açılan mekteplerden birisi gelir, Arifiye Köy Enstitüsü gelir; ufuk gelir, vizyon gelir,  kitap gelir. Çelik raylarla çelikleşmiş bilgilerin kaynaşıp ilmin irfana dönüşmesi gelir. Okul müdürü Süleyman Edip Balkır gelir. Hayrettin Uysal gelir, Abdulalh Çelik gelir, Fuat Taş gelir aklıma. İlkokul öğretmenim Seyfettin Ayçiçek gelir, Arfiye mezunu akrabalarım eniştem RamisMemiş gelir, dayımın oğlu Mustafa Erdoğan gelir.Kardeşim Çetin Öztürk gelir.

Arifiye İstasyonu denince hayvan güderken toplanıp Enstitüye getirilmiş bir yığın mahcup bakışlı gariban köy çocukları gelir aklıma;  onların sakin yalın ışıltılı bakışlarında bir ülkenin bir devletin bir istikbalin geleceğini görür gibi olurum: Aydınlık bir geleceği... 

Arifiyeİstasyonu denince İnönü gelir, Bethowen gelir, Verdi gelir aklıma: İsmet Paşa’yı hatırladım, Arifiye İstasyonu’ndan inerken halkı selamlayan, bir elinde fötr şapkası, diğer elinde bastonuyla. Oradan yürür gider banisi olduğu köy enstitüsüne. Dimağlarına bilgi, gönüllerine irfan vermek için çırpındığı köy çocuklarıyla kucaklaşışını görür gibi olurum. Sonra okulun Itri’ye Dede Efendi’ye, Suzinak’a tümüyle kapalı, Bethowen’e Verdi’ye Mozart’a tümüyle açık... yaman çelişkili eğitim sistemi gelir, köksüzlük gelir, öksüzlük gelir, yüzsüzlük gelir aklıma. 

Arifiye İstasyonu denince Orhan Veli gelir aklıma, bir yüce gönül gelir, bir yanık yol türküsü gelir, oradan geçerken bitişiğindeki ilim irfan mektebine selam veren;  ‘Arifiye! / Şoför durdu, Enstitü Mektebi, dedi. / Süleyman Edip bey müdürün adı. / Bir yol da burada duralım; / Ellerinde nasır, yüzlerinde nur, / Yarına ümitle yürüyenlere / Bir selam uçuralım.’

 

Arifiyeİstasyonu denince kavşak gelir kader gelir kavuşmak gelir aklıma;  her daim bir yol ayrımında oluşumuz gelir, tren vagonunda yolcular arasında, yazgının vagonlarından birinde yol almaklığımız gelir; sonra kavuşmak gelir menzile. Menziller gelir aklıma; kâh evim çocuklarım, kâh eşim dostum, kâh son nefesim son durağım gelir.

Arifiyeİstasyonu denince kent gelir, büyük kentler başkentler gelir, medeniyetler gelir aklıma; bazen kara bir kömür dumanıyla kente, kentlere, büyük kentlere, ta Ankara’ya ta İstanbul’a, ta Paris’e ta Londra’ya ta Newyork’a gidişler, uzanışlar gelir; Endülüs’e, Mekke’ye Medine’ye varışlar gelir; medeniyete uzanışlar kavuşuşlar gelir.

Arifiyeİstasyonu denince ada gelir, Sait Faik gelir, Faik Baysal gelir aklıma; ada gelir, Adapazarı gelir, Sait’in ‘bizim kasaba’ dediği Adapazarı İstasyonu’na Arifiye’den sapışı, istasyonda inişi, geniş omuzlu bebek yüzlü sürücülü at arabasına binişi ‘Meserret Oteli’ne inişi gelir; Faik Baysal’ın her cumartesi Sen Josef’ten Haydarpaşa’dan yola çıkıp, içinde şiirler ese ese, öyküler biriktire biriktire, elinde tahta bavulu, Arifiye’den sallanıp Ada’sına geçişi, mis gibi ceviz ağacı kokuları arasında, ‘hayatta en sevdiğim insandı’ dediği ‘haminnesi’ne kavuşması gelir.

Arifiyeİstasyonu denince yanık bir yol türküsü, içimi yakan bir türkü gelir aklıma; Manastır’ın ortasında ‘çeşme’ gelir, Üsküp’te Vardar olur yol, Filibe’de Nöbettepe olur istasyon. Yemen’de Huş Tepesi’dir artık o, Erzurum’da ‘Sarı Gelin’, Maçka’da ‘taşlı yol’, Ordu’da ‘dere’. Diyarbakır’ın etrafında ‘bağ’, Urfa’da ‘dumanlı dağ’.  Eskişehir’de ‘halkalı şeker’, İzmir’de ‘konak’. Ve son sözü, âmâ gözleriyle kimsenin göremediği hakikatleri gören Âşık Veysel’in gönlünde söz olur saz olur sızı olur; türkü olur Arifiye Tren İstasyonu; yanık bir yol türküsü olur, dile gelir daima: ‘Uzun ince bir yoldayım / Gidiyorum gündüz gece / Bilmiyorum ne hâldeyim…’

Arifiye İstasyonu bizleri bilinen bir ‘bilinmez’e götüren yanık bir türküdür dilimizde.