Bir güzel etkinlik düzenleniyor. 

         Benim ülkemde, benim şehrimde, benim toprağımda, bizim topraklarımızda. 

         Türkiye Cumhuriyeti’nde. 

         Kadim toprağımız, vatanımız, al bayrağımızın altında, Müslüman Türk’ün öz diyarında. 

         “Ana gibi yar, Anadolu gibi diyar” dediğimiz, Müslüman Türk milletinin  şehit kanlarıyla suladığı, bizim dilimiz Türkçe’nin konuşulduğu bir diyarda, bir fuar açılıyor. 

           Ama etkinliğe, benim dilim, benim vatanımın kadim ismi değil, fosil bir yabancı dilin ismi, damgası vuruluyor! 

           ANADOLU değil, Anatolia deniliyor. 

           Neden? 

           Neden bizim dilimiz değil de, yabancı bir dil, yabancı bir kelime? 

           Hem de fosil bir kelime! Tarihin mezarlığına gömülmüş, çürümüş, yok olmuş bir isim. 

           Biz kendi dilimizden, nasıl bu kadar uzaklaşır, nasıl albeniyi yabancı bir dil de görürüz? 

           Hem etkinlik yabancı bir ülkede değil, benim ülkemde. 

           Yarın bu anlayışla, bizim ülkemizde “Türkiye” değil de, “Turkey” mi yazacağız? 

           Kendi vatanımızda İngiliz ya da bir başka yabancı ağızla mı  konuşacağız? 

           Kaldı ki, etkinliği yabancı bir ülkede yapsak bile, kendi dilimizi, kendi ismimizi değil de, yabancı bir isim mi öne süreceğiz? 

           Yabancılar beğensin diye, tereciye tere mi satacağız? 

           Neden gavurca isimlere, kelimelere bu hayranlığımız? 

           Yabancı kelimeleri, neden daha önemli, neden daha etkin görüyoruz? 

           Geçmişte de bunun çok kötü örneklerini görmüştük. 

           Şehrimizin ismi değil de, yer altına gömülmüş, fosil olmuş bir kelime kullanılarak, bir AVM temeli atılmıştı! 

            Gelen tepkilerle vazgeçilmiş, ama yerine yine yabancı bir kelime ikame edilmişti. 

            Birçok şehrimizde bu hata hep tekrarlanarak sürdürülüyor. 

             Şehirlerimizin kadim Türkçe isimleri, ya da Türkçeleştirilmiş, yüzyıllardır konuştuğumuz isimleri ile değil de, zorlamayla birtakım fosil isimlerle, hatta, Türkçe’nin  yabancı ağızla telaffuz edilmeye çalışıldığını ibretle görüyor, izliyoruz. 

             Bir bütün olarak zaten yabancı kelimeler ve yabancı isim tabelaları ile ülkem işgal edilmiş. 

              Vahim bir dil ve kültür erozyonu ile kar karşıyayız. 

              Buna dur demek yerine, vatan toprağının ismi bile değiştiriliyor, kamu kurumları, devlet buna öncülük ediyorsa, vay halimize! 

              Oysa devlet ve kurumları, bu konuda çok hassas davranmalı, yerli ve milli olmayana geçit vermemeli. 

              Yeri ve milli olana öncülük ve teşvik etmeli, örnek olmalı. 

              Dilin yozlaşmasına asla geçit vermemeli. 

              Her iş ve eyleminde yerli ve milli olmalı. 

              Yakın bir geçmişte, bir ilimizde, bir mağaza açılışında bulunan belediye başkanı, mağaza ismine yabancı bir kelimenin verildiğini görünce, kurdeleyi kesmiyor ve açılışı terk etmişti. Türkçe bir isim verilmeden açılışa katılmam demişti. 

               Tam bir milli ve yerli duyarlılık göstermişti. 

               Halkın hizmetkarı ve değerlerinin savunucusu, temsilcisi ve uygulayıcısı olduğunu kararlılıkla ortaya koymuştu 

                   Bazı belediye meclislerinde Türkçe isimler kullanılması mecburiyetine dair doğru ve güzel kararlar alınmıştı. 

                   Ama ne yazık ki, uygulamada en küçük bir adım atılmadı. 

                   Yabancı kelimeler ihtiva eden iş yerleri mantar gibi açılmaya devam etti. 

                   Bundan 4-5 sene önce, “Türk Dil Kurultayı’nda” Sayın C. Başkanı: 

                   "Bir özentidir gidiyor. Kendi dilimizin zenginlikleri varken, bu özentilerle adeta, biraz ağır olacak ama hayvanların yarıştırıldığı malum Avrupa'daki arenaları kalkıp, spor salonlarında isim olarak kullanmak pek de kibar değil, şık değil.” 

                "Eskiden bizde 'kıraathane' vardı, şimdi bakıyorsunuz buraların isimleri 'clup' olmuş, 'kafeterya' olmuş. Ne güzel kıraathanemiz var. Nedir bu kıraathane? Burada kitap, gazete oku, kahveni, çayını iç, vesaire. Burada adeta sohbetle beraber zenginleş, bildiklerini karşıya sen ver, karşının bildiklerini de sen al. Ama bunlar yerini nereye terk etti? İşte bu kafeteryalara, kulüplere, o da bizim dilimiz değil, 'clup.' Bu benim değil ki benim olanı niye kullanmıyoruz?” 

                 “ Bunları belediyelerimize yaygınlaştırıyoruz. Diyoruz ki gelin engelleyin. Bütün bu tabelaları sökün. Bu senin hakkın, en doğal hakkın. Neyi müsaade edersen onu asmak zorunda, onu oraya koymak zorunda ama yaptıramıyorsunuz. Herkes bir yerlere şirin görünmenin gayreti içinde.”  

                “Goethe'nin "Bir millete, o milletin diliyle oynamaktan daha büyük suikast olamaz" dediğini aktaran Cumhurbaşkanı Erdoğan, "Biz işte böyle bir suikasta maruz kalmış bir milletiz. Bu saldırı dilimizle birlikte, onun mütemmim cüzü olan şahsiyetimizi, milli karakterimizi de hedef almıştır. Unutulmamalıdır ki yaşayan bir varlık olan dil, her canlı gibi emek ister, korunmak ister, beslenmek ister, geliştirilmek ister."  

               “"Kendimizin yeteri kadar önem vermediği Türkçe konusunda, başkalarının hassasiyet göstermesini bekleyemeyiz. Dilimizle birlikte milli ruhumuzun da zayıfladığı gerçeğini kabul etmeli ve bu konudaki tedbirleri ona göre hep birlikte almalıyız.” demesine rağmen. 

                 Bu sözlerin üzerinde yıllar geçtiği halde, bırakınız müspet adımlar atmayı, ANADOLU, Anatolia oldu ve belediyelerimiz eliyle oldu! 

                 Ne acı bir durum!!! 

                 “Elveda Rumeli” dizisinin çekildiği Manastır şehrinin ismi kendilerine ait olmasına rağmen, yüzyıllarca Osmanlı kullandı diye, adeta Türkçeleşti diye, “Bitola” olarak değiştirildiğini de, bir uyarı ve ibret olarak örnek verelim!