Kara. Karaca. Karacan. Ahmet Karacan.

Esmer yürekli yiğit adam. Yok esmer yürekli beyaz kalem.

Beyaz öyküler yazan Karacan’ımız o bizim.

Her insanın yeryüzüne bir geliş sebebi vardır; inanıyorum ben buna. Bizim Ahmet (Karacan) öykü yazsın diye gönderilenlerden, eminim. Yazsın da insanın gönlünü öyküyle, öykülerle doldursun. Doldursun, okşasın, tedavi etsin, diye.

Unutmadan: İyi edebiyat metni şifadır aslında okura. Yazana da tabii ki. Ahmet Karacan bir şifa öykücüsüdür.

Onu 2010 yılında Güneydoğu’yu kapsayan bir öykü yarışması düzenlediğimde keşfettim, birkaç üst düzey kalemle birlikte üstelik. (Diğerleri mi? Zeynep Satı Yalçın (Urfa), Veysi Atıcı (Adıyaman), Mazlum Dirican (Birecik’teki Adanalı), Vasih Moyan (Mardin), Mehmet Oğuz (Diyarbakır), Ali Başhan (Batman).) Sonra dost olduk, zamanla ağbi kardeş olduk.  İnsanlığı, vefası, cömertliği de kalemi gibi birinci sınıf, a kalitedir Ahmet’in, diyeyim size.

Tanıştığımızda öyküleri dergilerde yayımlanan genç bir öykücüydü Ahmet Karacan. Alanın ustalarından Necip Tosun’un dahi bildiği, tanıdığı. Yayına hazır bir öykü dosyası vardı. Editörlüğünü de ben üstlenmiştim büyük bir zevkle. Ahmet’in ilk kitabının hem şahidi hem ebesiyim anlayacağınız. (‘Kırlangıç İncinince’, Değişim Yayınları, İst. 2011.)

Kırlangıç yürekli kalemdi Ahmet Karacan.

Kırlangıç incinmesin diye yazmıştı tüm öykülerini: Onu ‘rugan’ ayakkabıları ayağında, ‘yalnızlığını notere tasdik ettirip’ sırtına ‘kare parçalı bir hayat’ı geçirmiş; ‘beyaz sesler’ içinde, ‘mum yanığı’ bakışlarıyla ‘fırça bıyıksız İstanbul’un sokaklarında yakın dostu ‘karnı aç simitçi’yle ‘kırlangıçları incitmeden’ dolaşırken görmüş, duymuş, okumuştuk o kitabında.

Denemeler de yazdı, romanlar da. Onlarda da başarılı oldu.

Son kitabının adı: ‘Anlatacak Bir Şey Yok.’ Olur mu Ahmet? Şaka yapma bize. Senin anlatacak çok öykün var daha. Hem de güzel anlatıyorsun. Mahrum etme bizi. Bizi yani okurlarını. Yani sevenlerini.

Anlatacak çok şeyi var Ahmet’in demiştim. İşte son kitabından güzel, imgesel, gönül okşayıcı bazı dizeleri, pardon satırları: Yıldızlar birer gece lambası...  Beyazından. / Huzur, kendisi dışında her şeye, her şeye rağmen galebe çalan bir ruh gibi insana ve eşyaya sinmiş. / Akşam siyahının sarıp sarmaladığı kıyı… /  Uykusu uzak gezegenlerden gelen şifalı, rayihası insanı mest eden bir tütsü gibi onu kendinden geçirirken… / … askerliği görüyor onun gözlerinde. (Geç Gelen Baba); “Hikâyemi kaybettim… Hükümsüzdür.” / Her Şeye Uzak” isimli otelde kalıyordum. / Hikâyemle ilk tanışmamızı anımsıyordum. Onu; annemin babasının kulağıma ilk fısıldadığını… Öylesine gençtim ki; işte demiştim. (…) Üzerine titredim. Koruyup kolladım. Ben yaşadıkça o yazıldı. O yazıldıkça ben yaşadım. (…) Sayısız hikâyem de oldu. Yalnızca bir tane de… Bazen o sayısız hikâyelerim, bir tek hikâyemi oluşturan cümlelerdi. / Hikâyesi insanın her şeyidir diye düşündüğümden ben de hikâyemi öyle ulu orta ya da aleni bırakmadım. Bırakmam da.  / İnsanın bir hikâyesi olmazsa kendisinden de söz edilemezdi. Hikâyesinin kaybı, kendisinin kaybı demekti. (Kayıp Hikâye) … her başlangıcın ışığın kapsayıcı gücü önünde daha bir önemli hale geldiğini görmüştüm. / Zaman, güneşle gölgeler arasında kalan bir hakikat mi… /  Ama ben “Her zaman” ı seviyordum. “Her zaman”, “Herkes” e de çok yakındı.” Hepimiz”e… / … eskiyen şeylerin de gölgeleri büyüyordu. / Aydınlandıkça, aydınlığı saran karanlıkların genişliğini fark ettim. / … siyah önlüklü beyaz yakalı olduğumuz günlerden kalma oyunlardan oynarsak… Herhangi bir tarafın adamı olmadığımız o zamanların masum oyunlarından…  / … gölgede kalınca köpüren yüreğimin güneşli günlere olan delice özlemini hissedebilirim. (Gölgeler ve Güneş); İçimde ince bir duman gibi tüten ıstırapların ne anlama geldiğini… / Hem yürüyor hem de sessiz, soğuk ve derin akan Fırat’ın kıyısından … / … kıyıyı bir yılan gibi yalayıp duran nehre / Oysa o kadar çok katmanlı sancıların izleri birbirinin üzerini öylesine hızlı örtüyordu ki (Lunafark); Yüzümü havanın serin eli sıvazlar. / Çiseleyen yağmur yeniden asabileşmiştir. (…) Bir vakitler kaçtığım kendim beni yeniden yakalamış, ellerimi sımsıkı tutmuştur. (Piknik Yağmurları); … gurbet duygusunun dinmeyen uğultusuyla yankılanan kulakları, dünya yorgunu bikarar kafasıyla… / Güneş kapının eşiğinden hızlı adımlarla içeriye doğru ilerliyordu. Zaman kendisine verilen mühleti doldurmuş, olacakları izler bir hal almıştı. (Satılık Adam).

Doğa dostu bir kalemdir Ahmet Karacan. Binbir bitkiyi renk renk, koku koku, çiçek çiçek okuruz eserlerinde, kurbağalarla yoldaş arkadaş ayaktaştır onun kalemi: Hatmi, ortanca, reyhan, sarmaşık, yediveren asma, koruk, Fırat, elma, portakal (Geç Kalan Baba); söğüt, zakkumların kâfuri kokusu (Kayıp Hikâye); akasya, çam, söğüt, çınarlar (Gölgeler ve Güneş); yeşillere bezeli / ateş dikenleri, küpe çiçekleri, hanımeliler, menekşeler (Lunafark); sedirlerin, yaban mersinlerinin, servilerin, Frenk üzümlerinin, dikenlerin paçalarımı çekiştirerek … saran böğürtlenlerin / su kenarlarına sıvalı yosunları, apansız zıplayan kurbağaları, telaşlı cırcır böceklerini, yapraklara tünemiş karafatmaları (Piknik Yağmurları).

Türkiye’dir o. Anaolu’dur Balkanlar’dır; Ahmet Yesevi’yle akraba, Sarı Saltuk’la yoldaştır kalemi onun. Ama en çok en fazla en ziyade Güneydoğu’dur Ahmet Karacan. Güneydoğuludur, Güneydoğucadır. İşte eserlerinden bazı ipuçları: Ahşap taht / Anababa çorbası / Kaşığabinen / Haburman / Mekke Bacı / Püşürük /  … mahalleyi: “Gidip kendimi Fırat’a atacağım” diye ayağa kaldırıyor. / Karşıyaka / Hadi “babeyy!” diye bağır bakalım / Emine de zor zekât geçiniyor / Kemal, livanda elini yüzünü yıkayan ninesiyle… / … yoldaki tanıdıklar askere (oğlu) Kemal’i göstererek aralarındaki alakayı merak ettiklerini belli ediyorlar. Asker de gülümsüyor ve soranlara: “Köleniz” diyor. (Geç Gelen Baba); … sessiz, soğuk ve derin akan Fırat’ın kıyısından… / yeşillere bezeli Karşıyaka / Fırat’ın kıyısına kurulan geçici lunapark. (Lunafark).

‘Derinden, geniş, duru, sessizce yazan bir kalemdir Ahmet Karacan, tıpkı kıyısında öykülerini emzirdiği Fırat Nehri gibi, tıpkı koynunda öykülerini büyüttüğü Birecik şehri gibi tarihi ve çağıltısız; öyledir: Güçlüler gürültü çıkartmaz.

Güneydoğu insanının genişliği ve derinliğiyle Batı’nın titizliği ve disiplinini birleştirmiş bir kalemdir onun kalemi.

Öykülerinde; Birecik’ten yola çıkarak Anadolu’yu, İstanbul’u, Türkiye’yi, dünyayı, hayatı ilmek ilmek nasıl ördüğüne tanıklık edeceksiniz. Tadına doya doya/ öykülere doyamadan.

Öyküleri, denemelerle de örülüdür aslında. Bir iki örnek mi: Yaşamın çalışmadığım yerden çıkardığı sorularla tabii tutacağı imtihanı nasıl geçeceğimi…(Piknik Yağmurları); Bir adam vardı. Günün birinde kendini satılığa çıkardı (Satılık Adam).

İçimizde güven duygusu oluşturan bir kalemdir o.

Bir hakikat arayıcısı kalem. Bir o kadar da okur.

Her yazarın kalemi doğup büyüdüğü şehirden renkler taşır. Renkler sesler kokular. O nedenle Sait Faik en çok Adapazarı’dır, Yaşar Kemal Çukurova, Neşet Ertaş Kırşehir.  Bizim Ahmet Karacan’ın kalemi de en çok Birecik’tir, Şanlıurfa’dır,  Güneydoğu’dur. Hüzünleri, mutlulukları, acılarıyla Güneydoğu. Sağlam basışı derinliği kuşatıcılığıyla tam da Güneydoğu.

Fırat kadar bereketli öykülerim sahibidir Ahmet Karacan. Fırat kadar zengin bir dilin sahibidir.  Oğuz Türkçesiyle, Dede Korkut masallarının sesiyle.

O bir Fırat öykücüsüdür.  Kırlangıç yürekli bir Fırat öykücüsü. 

Anlat öykülerini hep, Fırat’ın öykücüsü.