Herkes şahitti ki Adapazarı için Sadık Canlı’nın muayenehanesi, bir sağlık mekânından çok modern zamanlar tekkesiydi.

Günde kırk kişi ziyaret ediyorsa ortalama, sağlık problemi için gelenlerin sayısı onu, on beşi geçmezdi.

Onların da onda sekizi; “Şöyle bir şikâyetim var, hangi doktora gideyim ağbi?” demek, Sadık Canlı’yı, -teşbihte hata olmasın- sağlık ormanında vahşi hayvanlara yem olmamak için, ‘rehber, yol gösterici’ olarak kullanmak için gelirlerdi.

Gelenlerin br kısmı çocukluk arkadaşı, bir kısmı okul arkadaşı, bir kısmı Uzunçarşı’nın eski köklü ailelerinin İstanbul, Ankara gibi büyük şehirlere veya Bodrum, Marmaris gibi sayfiye yerlerine yerleşmiş çocukları, bir kısmı arkadaşlarının eşleri çocukları, bir kısmı fakir fukara, bir kısmı da Adapazarı’nı ziyarete gelmişken ‘çölde bir vaha arayan’ gönül dostlarıydı.

Dertli insanlar sofrasıydı onun muayenehanesi. Ama o dertlerin ekseriyeti, modern tıbbın bilmediği, duymadığı, görmediği, çözemeyeceği, paraya tahvil edilemeyen ‘insanî dertler’di.

İşyeri açmayı düşünenden işyerini kapatmayı planlayanlara, cihad için Bosna’ya yahut Çeçenistan’a gitmeyi planlayan mücahitten kardeşiyle artık geçinemeyip ortaklığı ayırmayı düşünen şehir esnafına, kırk yıldır eşiyle geçinemeyenden, romatizmadan mustarip seksenlik aile dostu Adeviye Teyze’ye; her sınıfın her kesimin her yaşın ‘buluşma yeri’ydi onun muayenehanesi.

Bakan da eksik olmazdı vali de. Milletvekilleri de eksik olmazdı il ilçe başkanları da. Belediye başkanlarının sık uğrak yerlerindendi zahir; ‘istişare’ye en sık onlar uğrarlardı.

Bürokratların, hele de yükselmek isteyen, müdürse daire başkanı, hekimse başhekim, vali yardımcısı ise vali olmak isteyenlerin ‘güç ve umut devşirdiği yer’di onun mekânı. Çıkarcıların beklediği kadar yüz verilmese de gelenin boş çevrilmediği; sabırla ilgiyle samimane dinlenilen yerin adıydı onun mekânı.

Genç kızların rüyalarını tabir ettirdikleri de oluyordu ona zaman zaman. Bir türlü evlenmeye karar veremeyen arkadaşlarının kızlarının ‘bana akıl ver Sadık Amca, kiminle evleneyim ben?’ sorularına cevap aradıkları da…

Anlı şanlı profesörlere on kere gidip, film tahlil şu bu çektirip, sonunda bir çanta evrakla Sadık Canlı’nın yanına gelip tüm o profesörleri imtihandan geçirtenler de oluyordu. 

‘Çarşıya çıkmışken Bizim Sadık’a uğrayıp bir çayını içeyim’ diyenlerin sayısı da az değildi elbet.

Zira o ‘çayı içilebilen’ adamdı. Az konuşsa da ‘sözü sadra şifa olan’ adamdı. Ciddi de dursa ‘yüzü güven ve huzur veren’ adamdı.  Mesleği genel cerrah da olsa, yüzlerce binlerce ‘radikal ameliyata girmiş’ bir hekim de olsa ‘kalbi sırlı’ adamdı. Ayrıca ‘ser verir sır vermez’ deyiminin sözlükte tam karşılığı olan ketum bir adamdı. Sırdaştı, serdaştı, yoldaştı dostlarına…

Boşnak bir babanın oğlu olarak Balkan geleneğinin son temsilcisiydi adeta; sade kahvesi hiç eksil olmazdı. Çayı da elbette…

Abhaz bir annenin oğlu olarak Kafkas geleneğini de sürdürürdü tüm titizliğiyle. Misafirlerini kapıda karşılar kapıdan uğurlardı. İzzeti ikramı bol adamdı her zaman.

Fatih türbedarı Tırnovalı Ahmet Amiş Efendi’nin meşhur sözü mucibince, ‘onun sermayesi bir kuru muhabbetten ibaretti.’

Sevmek adamıydı o; sevgi ile sarmalanmış, gönül ile bohçalanmıştı sözleri. Yüzüyle, gözüyle, sözüyle ‘samimiyet şerbeti’ ikram ediyordu her gelen dostuna.

Bunca aranması, insanların kendisine sığınması bundandı.

Tabelası olmasa da gönlü güzeller bilirdi; Sadık Baba Tekkesi’ydi onun muayenehanesi.

 

Bir Şehrin Doktoruydu Artık Sadık Canlı

Cerrahtı ama sanki kalp doktoruydu. Kimin en derdi varsa ona geliyordu. Bir eşraf çocuğu olarak herkes tanırdı onu, o da herkesi bilirdi.

Zaten 1980’lerin Adapazarı’nda nüfus yüz binin altındaydı. Neredeyse hemen herkesin birbirini ismen olmasa da simaen bildiği büyük bir aile gibiydi şehir. Ona bir kez gelen, ardından muhakkak bir kere daha, bir kere daha geliyordu. Tıp doktorundan çok ruh doktoruydu sanki. O da sabırla dinliyor, çözümler öneriyordu. Şöhreti hızla yayılıyordu; Sadık Canlı ise fıtratının gereği herkese aynı davranıyordu, candan, içten ve daima eşit. Onun meşrebi ve dünya görüşü, fakir ile zengini birbirinden ayırmıyordu. Bu yüzden şöhretiyle birlikte en çok ona karşı peyda olan muhabbet hızla artıyordu. Tüm bir şehrin doktoruydu artık o!

 

Gözleri Karardı, Kalbi Sıkıştı: İstikamet Orhan Camii’ydi

Aristokrat bir ailenin çocuğuydu, Boşnak beylerinin semti Yenicamiliydi. Ömrünce, son günlerinde dahi, evinden sokağa kravatsız, takım elbisesiz çıkmamış bir babanın oğluydu. Daha ilkokula giderken, semtteki dört arabadan birisine sahip bir evin oğluydu.

Güzel kazanan, güzel yaşayan, güzel yaşatan bir ailenin çocuğuydu. O da doktor olmuştu. Almanya’da çifte ihtisas yapmıştı. Türkiye ölçülerine göre; Almanya’dan dönüşünde de ‘iyi kazanan bir hekim’di.

Seyahati, yeme içmeyi, yedirmeyi içirmeyi çok seviyordu. Çok güzel ve zarif giyiniyordu. Yalanı yok; Mercedes’i de seviyordu. Mercedes’ten aşağı arabaya da binmiyordu. ‘En kaliteli insanların en kaliteli arabası’ydı Mercedes.

Daima ‘ikram eden’ adamdı elbette. Mert adam, cömert adamdı. Neşe, coşku, heyecan adamıydı. Mutlu etmeyi bilen adamdı. Emsali bulunmayan ve dostları tarafından daima ‘aranan’ adamdı. Zamanında herkesin parmakla gösterdiği, çocukluğunun kahramanı ‘Doktor Ziya Ünal’ gibi, artık o da herkesin ‘parmakla gösterdiği ‘Doktor Sadık Canlı’ olma yolunda hızla ilerliyordu.

Fakat…

İçini kemiren düşünceleri, cevabını bulamadığı soruları vardı bu soylu kafanın. Ta üniversite öğrenciliğinden bu yana, ‘yirminci yüzyılda Gazali’nin öğrencisi’ vasfına en yaraşan kişilerden biri, birincisiydi belki.

Hem uzmanlık alanında hem de genel sağlık perspektifinde, hızla ilerlediğini o da görüyor, biliyor, gözlemliyordu. Peki, bu ameliyatların acaba yüzde kaçı zaruriydi? Yüzde kaçı sahiden derdi tedavi ediyordu? Modern çağ, modern tıbbın çözümlerine adeta ‘katıksız iman etmişti’ farkındaydı bunun.

Ülkesindeki ve dünyadaki birçok esnaf küçülürken, işyerleri zar zor ayakta kalmaya çalışırken sağlık sektöründeki kurumların her yıl yüzde iki yüz, yüzde üç yüz büyümesi tesadüf müydü?

En çok yaptığı ameliyatlardan birisiydi safra kesesi ameliyatı. Çoğu ameliyata göre kolay sayılırdı. Çoğu kişide rastlanıyordu da… ‘İyi gelir kapısı’ydı zahir. Evet, öyleydi ama… Ameliyatla aldığı safra kesesi iltihabı, hastalığın bir sonucuydu, sebebi değildi, farkındaydı; bir insanın safra kesesini aldıklarında tedavi etmiş olmuyordu ki modern tıp. Sadece iltihabı gideriyor, ‘o an’a çözüm buluyordu. Üstelik tedavi etmek, asıl nedeni bulmak, bu iltihabı oluşturan nedenleri ortadan kaldırmak gibi bir derdi de yoktu: “Verin ilaçları, gelsin paralar. Yapalım ameliyatları, gelsin paralar…”

Son ameliyattan çıktığında, odasına doğru yürürken, koridordaki hasta yakınlarının konuşmalarına şahit oldu:

“Bizim bey ameliyat parası için Güneşler’deki arsayı sattı geçen gün. Şükür vardı satacak bir şeyciğimiz de ödeyebileceğiz borcumuzu, çok şükür. Ya olmasaydı, ne yapardık o zaman?”

Gözleri karardı, kalbi sıkıştı Doktor Sadık’ın. Bu nasıl bir sömürüydü Allahaşkına! Bu nasıl bir düzendi! Modern tıp, vahşi kapitalizmden başka neydi!

Dokuztaş oyunundaki ‘vargel’ler misali, ilaçtan da kazanıyordu ameliyattan da… Normal ‘serviste’ yatandan da kazanıyordu ‘yoğun bakımda’ yatandan da… Bu sömürü düzeninde, ülkenin en zeki çocuklarının sınavla seçilip ‘altı sene lisans, dört sene de uzmanlık’ adı altında on sene eğitildikten sonra fabrikaya, pardon ülke sathına gönderilmesi; ‘iyi yaşam koşulları ve toplumda cazip statü’ verilerek doktor yapılmaları, ağızlarına bir parmak bal çalınmasından gayrı neydi ki?

Düşündü, düşündü, düşündü…

Dev holdinglerin ‘sağlıksız kazançları’na yardımcı olan, ‘beyaz yakalı, beyaz önlüklü birer işçi’den hatta ‘beyaz kölelerden’ başka neydi doktorluk? Üstelik de gönüllü kölelik. Daha da acısı; mutlu kölelik…

“Olamaz! Bu kadarı da yapılamaz bu fakir millete!” diye çığlık koptu içinden.

Ve bir kurt düştü içine: “Ya muayenelerden, ameliyatlardan aldığımız paralar helâl değilse?”

Pencereden dışarıya doğru baktı. Dışarıda sisli puslu, soğuk bir Adapazarı kışı vardı. Tozlu Camii’nin çifte minaresine takıldı bakışları; zarif, şık, asil minarelere… İrice kubbeyle nasıl da tamamlıyorlardı birbirlerini. Kubbeyle aralarındaki geometrik tezad büyük bir uyum ve vezin oluşturuyordu. Almanya’da Ruhr kentindeyken bu manzarayı ne kadar özlediğini hatırladı. Gördükleri huzur veriyordu ona, içinin sıkıntısı şimdi bir nebze azalmıştı.

O sırada Osmanlı’nın ikinci sultanı, bölgenin fatihi Orhan Gazi’nin şehre hediyesi olan Orhan Cami’nin minarelerinden gür ve aşina, bir o kadar da şefkatli bir ses duyuldu: “Esselatü vessela, aleyke ya Resulullah…” Caminin müezzini Hâfız Hasan Çolak’ın sesiydi bu, cuma salasını okuyordu.

Mustafa İskeçeli’nin sol başparmağına yapılan küçük operasyon, az önce bitmişti. Kalktı, abdestini aldı, ayaklarının peşi sıra kendisi de yürüdü. Kalbi, onu Orhan Cami’ye doğru götürüyordu.

O gün cami ile bir oldu Sadık Canlı; cemaatle bütün oldu, cuma onu da cem etmişti insanıyla ve inancıyla. Tarihiyle, insanıyla, şehriyle kucaklaştığını hisseti o cuma namazında.

“İnnemel mü’minine ihvatün” demiş ve açıklamıştı Talip Hoca hutbede: “Bütün inananlar kardeştir.”

Yine hutbeden bir hadis-i şerif kazındı Sadık Canlı’nın hafızasına, hafızası kadar da kalbine: “Sizin en hayırlınız, insanlara en çok hizmet edendir!” Zengine hizmet edendir değil, Arap’a, Türk’e, Kürd’e, Boşnak’a, Abhaz’a, Çerkez’e, Arnavut’a hizmet edendir de değil. Hatta ve hatta ‘Müslümanlara hizmet edendir’ de değil: İnsanlara en çok hizmet edendir. Kadim bir medeniyetin evladı olduğunu hatırladı. İnsani, insanca, insancıl bir medeniyete ait olduğuna daha bir inandı, kalbi daha bir mutmain oldu.

O gün orada iki karar aldı Sadık Canlı.

Bir: Bundan böyle para pul düşünmeden ömrünü insanlara, insanlığa adayacaktı. Var gücüyle. Gece gündüz, uzak yakın, fakir zengin, Müslüman Hristiyan, sağcı solcu yoktu artık. Sadece insana, daima insana, bir tek insanlığa hizmet vardı bundan böyle.

İki: Orhan Camii bu şehrin kalbiydi. Bu camide zengin fakir, ünlü ünsüz, vali odacı, belediye başkanı çöpçü, genel müdür işçi, köylü şehirli, patron kalfa tek bir bütün oluyordu. Kalbiyle hissetti, gönlüyle tasdik etti bunu Sadık Canlı. “Adapazarı Orhan Cami’dir ilkin. Tarih de, insanlık da, dostluk da Orhan Cami’den başlar bu şehirde.” dedi. İkinci kararını da aldı: “Eğer Adapazarı’ndaysam günde en az bir vakit namazımı cemaatle Orhan Camii’nde eda edeceğim.”

23 Ocak 1987, günlerden Cuma. İki kararını da tam yirmi dokuz yıl süreyle uygulayacaktı Doktor Sadık Canlı. Ona da yakışan buydu zaten. Bilgeydi; hekim, hikmet sahibi demekti, onun da aradığı hikmetti. Hikmet sahibi bir hekim olmak için yaratmıştı Yüce Mevla onu. O gün doktorluğu terk etti ve karar verdiği üzere bilge bir hekim oldu.