Bir çocuk doğmuş Konya’da.

Tak! Tak! Tak!

Bir isim verilecek, yarınlarda büyük öykücü olacak bu çocuğa.

Ne verilebilir.

Üç seçenek vardır zaten: Celaleddin, Sadreddin, Abdullah.

Üçüncüsü dedi babası. Abdullah koydu kader, öğretmen babasının sözüne uyup.

Abdullah Harmancı budur.

Konya Ovası kadar durağan, Konya Ovası kadar münbit, Konya Ovası kadar derin bakışlı adamdır bizim Abdullah. Edep, vefa, çalışkanlık. Saygı, zekâ, huzur.

Ve edebiyat. Yazısıyla, bilimiyle.

Türk öykücülüğünün harmancı başı.

İçten yazar. İçli yazar. İçinize dokundurur.

Kaç senedir elbise askısında yahut metruk bir evin çivi askında unuttuğumuz çocukluğumuzu, gençliğimizi, ilk aşkımızı, ilk hayal kırıklığımızı, ilk mutluluğumuzu çıkartıverir önümüze, şaşırmayın!

Diyeyim size, ağlatır da.

Yerelle ulusalı, ulusalla uluslar arayı aynı cümlede, aynı paragrafta, aynı öyküde, aynı kitapta buluşturan birleştiren kaynaştıran adamdır Abdullah Harmancı.

Üşenmedim saydım, derbent yeşili öyküsünde 95 (yazıyla doksan beş) kelimelik bir cümlesi var Harmancı’nın; korkmayın hemen, nefesiniz kesilmeyecek. Harmancı’da yer yer önünüze çıkacak bu uzun cümleler Ağustos sıcağında şerbet içercesine serin rahat huzurlu bir okuma yolculuğu sunacak sizlere.

Uzun cümleleri ömrünün büyük bölümünü geçirdiği Konya Ovası’ndaki gözün görmeye yetmediği upuzun yollardan mülhem olabilir mi? (Alın size bir telmih ve tevriye daha.)

Mahallemizin Mektebi’nde öykünün profesörüydü, biliyorduk. Aynı kürsüde Necip Tosun, Cemal Şakar ile birlikte. Kürsünün doçentleri de Güray Süngü ile Aykut Ertuğrul’du kuşkusuz. Biliyor okuyor beğeniyorduk. Şimdi bir yüklem daha eklendi bunlara: Tanıyoruz. Ve bir tane daha: Seviyoruz da. 

Gelenekle modern olanı iç içe, artarda, kardeşçesine kullanarak yazıyor. Hem gelenekten besleniyor, hem güzel bir gelenek oluşturuyor  

Gonya‘nın yanık yüzlü genci, içinin aydınlığıyla gonuşuyor aslında. Gonuşuyor ve yazıyor.

Öyküsü şiirdir adeta: Satıcının karanlıkta parlayan gözlerinde bir ıslaklık gördüm. / Bütün gücü tükenmiş bir adamın hıçkırığına benzer bir isyan çığlığıydı bu. / Cennete uyanmış gibiyiz. / … ansızın o eve resme yakalanacağım / Oğluyum, dedim. ‘Annenizin en fazla üç haftası var,’ dedi. ‘Nisanı çıkaramaz!’ Ayağa kalktı. Bir keser aldı. Dudaklarına kıstırdığı çivileri. Tak! Tak! Tak! Göğsüme çaktı. / İçimde bin orduyu öldürecek bir zehir taşıyordum. Onun Haziran ayına çıkmayacağını bilen tek kişi bendim. / … bu ev benim çocukluğumun yarısı eder İsmail. / İsmail içinde çıkan yangından habersizdi. / Yüzünde nadir zamanlara mahsus bir endişe parlıyor. / Ben kendi içimin karanlığına, otobüs gecenin karanlığına, muavin otobüsün karanlığına gömülmüşken… /     

Yarım asırlık hayatının imbiğinden süzüp damıttığı nefis deneme cümleleriyle de süsler öykülerini: Sessizliğin insanın ruhuna verdiği derin bir azap vardır mesela. Eski tadı yok hayatın mesela. Yavaş yavaş ölüme hazırlıyor Allah bizi mesela.

Şiirle denemeyi, bilimle edebiyatı, dünya ile insanı harman ettiği cümleleri çıkıverir karşınıza ansızın. Yoruldum kararsızlığımdan / Okudun da okudun. Yoruldun da yoruldun. Kırk senedir okuyorsun. En az kırk senedir yazıyorsun. Yazdın da ne oldu? Dünya mı değişti. / Hadi 2118’e git. … her anlamda olmadığımız geleceğe git. Hepimiz ölmüşüz. Fatiha okuyanımız da yok hani. O derece ölmüşüz yani. / İnsanlık üstüme olmadı. Hayat üstüme olmadı. (emekli öğretmen suphi durur dururken elini masaya niye vurdu)    

Başarıları (kitapları) oranında mütevazı da... Hatta hayalleri bile-; bunlara duaları mı desek- mütevazı: Kosova Prizren Şadırvan’da su içerken ettiği duaları sordum Necip Tosun-Abdullah Harmancı ikilisine. ‘Filan kitabımın ikinci baskısı için’ dedi Harmancı, Tosun ise uluslararası hedef koymuştu: ‘Tabii ki Nobel Edebiyat Ödülü için.’ Aradan iki üç gün geçmişti. Bu kez Bosna’da Balkanların manevi fatihi Sarı Saltuk Tekkesinden çıkarken sormadan edemedim: ‘Dualarda değişiklik var mı gençler?’ Önce Necip Tosun cevapladı: ‘Bir baktık, Harmancı filan kitabının üçüncü baskısı için dua ediyor. Cemal Şakar dayanamadı, ‘bir kitap baskısı üç bin lira, vereyim cebimden o miktarı da bir sus be arkadaş, adam gibi dua etsene’ diye çıkıştı’ Biz makaraları koyuverdik tabii. ‘Senin dua?’ dedim. Tosun bu, istikrar abidesi adam: ‘Ben Nobel Edebiyat Ödülüne devam ağbi…’

Aradan altı ya geçti ya geçmedi. Konya’da Harmancı’nın misafiriydik Mehmet Şeker’le. Söz o meşhur duadan açılınca ev sahibimiz yüzünde sözünde özünde - her zamanki - huzurla konuştu: ‘Ben haddimi bilirim ağbi. Ettiğim iki dua da kabul edildi; kitaplarımın ikinci ve üçüncü baskıları yapıldı, şükür. Gerisini diğer dostlar düşünsün.’ Hemen Necip Tosun’u arayıp gelişmeleri ilettim; Necip bu, bıyık altından gülerek cevapladı yine: ‘Abdullah’ın baskıları hayırlı olsun da, ben duamın arkasındayım ağbi; Nobel’e devam…’  Allah hepinizin dualarını kabul buyursun demek düşüyor bize elbette.

Çok sayıda yazarı var bu ülkenin. Çok da edebiyat profesörü. Ama hem iyi yazar hem de iyi edebiyat profesörü derseniz, bir elin parmaklarını geçmez derim. İşte Abdullah Harmancı bu az sayıdaki güzel örneklerdendir.

Akyavaşlığı, Gonya durağanlığından, sağlamcılığından, sabırlılığından. Kırk düşünüp bir adım atıyor bu Abdullah.

Sıradan bir insanı, sıradan bir evi, sıradan bir otobüsü bile yazsa, o yazmışsa eğer, o insan, o ev, o otobüs devleşiyor, zihne kalbe gönle kazınıyor, olağanüstü güzel bir öyküye dönüşüyor.

Öykülerindeki derin lezzet, içlerine Konya’nın o meşhur saç arası sızmış olmasından geliyor olabilir.

Ha unutmadan: Üç erkek kardeş de akademisyen ve öykücü Harmancılar: Ne güzel bir örnek aile edebiyatımıza.

Yazdıkları benim, sensin, o. Yazdıkları biziz.

Ne yazsa güzel yazıyor bu adam, Allah’ı var.

Cennet kalemli öykücü.

Öyküleriyle bizi cennete uyandıran adamdır o.

Yüreğimize üç çivi çakan adam.

Tak! Tak! Tak!

Biri öykü. Bir sevgi.

Biri de adamlık.